29 Kasım 2018 Perşembe

6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN “BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK” DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ("Hüsnü MERDANOĞLU Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar"

6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar
Sayın Mehmet Arif Demirer, 28 Kasım 2018 Çarşamba günü, Ankara’da bir gurup yurttaşlarla bir araya gelerek, “6-7 Eylül 1955 İstanbul Olayları” konulu bir konferans verdi. İlerlemiş yaşına, sağlığı nedeniyle yürüme zorluğu çekmesine rağmen, konuşması çok akıcı, heyecan verici ve öğretici idi. O konuştukça katılımcılar, “tamamı belgelerle açıklanan ve ömürlerinde ilk defa duydukları tarihi gerçekler karşısında” şaşkınlıklarını gizleyemediler.
GENEL OLARAK OLAYLA İLE İLGİLİ YORUMLARI ŞÖYLE ÖZETLEMEK MÜMKÜN:
5 Eylül 1955 gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi yakınında bomba patlatılmış; Ertesi gün, Yazı İşleri Müdürü Gülşin Sipahioğlu olan İstanbul Ekspres gazetesinin 16.00'da ikinci baskısı yayınlatılarak ve iri puntolarla "ATAMIZIN EVİ BOMBA İLE HASARA UĞRADI" haberini yaymıştır. Bu haber halk üzerinde şok etkisi yapmış ve vahim olayların körüklenmesine neden olmuştur. Kısa sürede patlak veren olaylar esnasında, başta Rum kökenli yurttaşlarımızın olmak üzere azınlıkların ev ve işyerlerine saldırılar düzenlenmiş, üstelik bu saldırılar, ayni günlerde İstanbul pek çok uluslararası kongreye ev sahipliği yaptığı bir için İstanbul’da bulunan çok sayıda yerli ve yabancı gazetecilerin gözleri önünde olmuştur.
Sayın Mehmet Arif Demirer’in belgelere dayalı olarak açıkladığı gibi; “kalkışmayı düzenleyen menfur çevrelerce” ülkemizde azınlıklara kıyım yapıldığı imajı verilmek istenmiştir. Dahası bu, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı çirkin olayların gerisinde hükümetin ve hükümetin yönlendirdiği (o dönemde adı MAH olan) istihbarat kuruluşunun olduğu söylemi, çok art niyetli ve kasıtlı bir provakasyon biçimde yaygınlaştırılmıştır.
Her daim dikkatle araştıran, araştırmalarının sonucunu gazete, dergi ve kitaplara aktarıp kamuoyu ile özenle ve önemle paylaşan, böylece “aydın” olma yükümlüğünü tam bir onur, bilimsel, disiplin, dürüstlük ve sorumlulukla yerine getirerek, çevresini aydınlatan, Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
-6 Eylül gecesi, bir hafta önce (o tarihte İstanbul’da toplanan uluslararası kongreler, yoğun görüşme trafiği ve saygınlık ağırlıklı etkinlikler nedeniyle) Valiliğin yazılı emri ile alarma geçirilen, Birinci Ordu Komutanlığından saat 20.00’de İstanbul’un belirlenmiş adreslerinde konuşlandırılmış olmaları istenen on dokuz tabur asker dört saat gecikme ile 24.00’de gelmiş ve hükümetin ilan ettiği sıkıyönetimle durumu kontrol altına alamamıştır.
- Öncelikle olayı doğru olarak ortaya koyabilmek için 6-7 Eylül olayları tarzında “iki gün sürmüş gibi” ifade edilmesi abartıdır, yalan ve iftiradır. Çünkü olay sadece 6 Eylül 1955 günü gerçekleşmiştir. 7 Eylül günü kayda değer hiç bir olay yaşanmamıştır.
- Sonrasında da olaylar, art niyetli oldukları zaman içinde kanıtlanan bir takım kasıtlı çevrelerce sürekli abartılmıştır. Örneğini, bir gazeteci Mümtaz Türköne, (Zaman gazetesinde) bu olayların “iki gün, iki gece” sürdüğünü yazabilmiştir.
Ayrıca; Olayların yaşandığı tarihte, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan ve aynı dönemde oğlu (Dr. Orhan Köprülü) Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olarak görev yapan, üstelik Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olan Ord. Prof. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ile olaya Yassı Ada davaları arasına taşınmıştır.
Adı geçen Fuat Köprülü 27 Mayıs 1960 darbesinden 9 gün sonra: “Hadiseler, Fatin Rüştü ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir” biçimi yalan, yanlış ve iftira niteliği taşıyan talihsizya da art niyetli ve kasıtlı açıklamasını yapabilmiştir.
-Özellikle bu yalan-yanlış ve maksatlı beyanlar esas alınarak, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Başvekil Adnan Menderesaltışar yıl Ağır Hapis cezasına çarptırılmışlardır.
Gerçek durum bu iken, 6 Eylül 1955 olayının geresindeki amaç nedir sorusunun yanıtlanması gerekir.
Sovyet (SSC) öncesi Rusya’da hükümetin emriyle güvenlik güçlerinin Yahudi azınlıklara karşı giriştikleri acımasız kitlesel katliamların açıklanması/tanımlanması için kullanılan ve uluslararasısöylemlere geçen “Progrom” olarak isimlendirilen girişimlerin benzerinin Türkiye’de Rumlara karşı yapıldığı yönünde dünya kamuoyunda Türkiye’yi suçlamaya yönelik bir eylem olduğu anlaşılmaktadır.
Hiçbir hükümet kendi ülkesini, dünya kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeyeceği için, bu olayın Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yönetimve kontrolü altında faaliyet gösteren birkurum tarafından gerçekleştirmiş olması mümkün değildir. Tamimiyle dış kaynaklı bir provokasyondur.
Atina radyosunun 10 Eylül 1955 günü; “İstanbul ve İzmir'deki olaylar; İngiliz diplomasi plânlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir; bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur” içeriğinde yorum yapmış olması, minareyi çalanın kılıf arama arayışında olduğunu anımsatmaktadır.
Konferans sonunda; Anlattıklarının tamamını içeren kitapları kendisini dinlemeye gelenlere ücretsiz olarak dağıttı Sayın Mehmet Arif DEMİRER.. Bugüne kadar yazdığı onlarca kitaptan mevcutları bile dağıtmayı arzuluyordu aslında..
Sonunda; “Atatürk’ü sevmeyenlerden siyah leke ve biz.”, “Amerikalı arkadaşı Atatürk’ün Devrimlerini Anlatıyor.”, “Atatürk’ü vatan Toprağına Kavuşturmuştuk“ adlı 3 kitabı ile Kemalist Demokrat Türkiye dergisini, salonda hazır olan izleyici ve dinleyicilerine, günün anısına “hediye olarak” verdi.
Bunların içinde biri vardı ki; Bizzat kendisinin de genç bir İzci olarak katıldığı ve görevli sıfatıyla hazır bulunduğu “10 Kasım 1953 günü Atatürk’ü Vatan Toprağına Kavuşturmuştuk” adlı kitabını tanıtırken heyecandan elleri titriyor, “o tarihi günde yaşadığı anılar canlanıyor ve unutulmaz hatıralarını adeta yeniden yaşıyor gibi” heyecanlanıyor ve bu anıları tekrar yaşamanın sevinci, gurur ve mutluluğu ile kitabı bir o yana bir bu yana çeviriyordu.
Gördüğüm kadarıyla, Programın yöneticisi bile bu heyecandan etkilendi.
Zira konuşmaya başladığında yaşadığı sağlık sorununu anlatmıştı. Sonra konuyu aydınlattı. Meğer Mehmet Arif Demirer, 10 Kasım 1953 günü Atatürk’ün, Anıtkabir’de vatan toprağına defin töreni sırasında şahsen ve görevli olarak orada imiş. Beli ki bunca yıla rağmen etkileri hâlâ devam ediyor olmalı.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR "Atatürkçü Yazar, Kemalist Düşünür: Hüsnü MERDANOĞLU" “… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.”

ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR
Hüsnü MERDANOĞLU
Sınırımıza dek dayanmış olan Projeler, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
***
Çanakkale Boğazı önlerine gelenlerin amaçları ile Mondros Mütarekesi, Sevr koşulları ve son günlerde Türkiye’nin bir bölümünde yeni devletçikler kurulmasına yönelik yayınlanan haritalar birlikte değerlendirildiğinde, Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarının güncelliğini koruduğu görülmektedir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti; Birinci Dünya Savaşı (Pazar Paylaşım) sürecinde emperyalist ülkelerin paylaşma plânlarına malzeme olmuş, ekonomisi azınlıkların ya da yabancıların denetimine girmiş, iç ve dış siyaseti egemen güçler tarafından yönlendirilir dunuma düşürülmüş, günümüzün deyimiyle “küreselleştirilmiş”, mirası bölüşülmek üzere ölümü beklenen bir hasta durumuna getirilmişti.
Bu miras içinde Orta Doğu bölgesi ile Anadolu’nun ayrı bir önemi bulunmaktaydı. Üstelik Birinci Paylaşım savaşı öncesinde, Orta Doğu’nun büyük bölümü Osmanlı yönetiminin egemenliği altındaydı.
Orta Doğu’nun zengin enerji kaynaklarına sahip olması, Anadolu’nun Asya ve Afrika kıtaları arasındaki stratejik konumu, büyük suyollarını içinde barındırması, çevresindeki Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz'in kavşak noktasında bulunması, Aden Körfezi'nin stratejik ve ulaşım yönünden taşıdığı önem göz önüne alındığında, Orta Doğu ve Önasya her zaman emperyalist güçlerin ilgi alanı olmuştur.
Osmanlı Devleti, “hasta adam” durumuna düşürülünce, dönemin İngiliz başbakanı Benjamin Disraelli, Osmanlı devletinin yerini alacak bir siyasal plân hazırlamıştır. Bu plâna göre;
Balkanlarda balkan federasyonu, Kafkaslarda Kafkas federasyonu ve Anadolu’da da Anadolu federasyonu kurulacak ve daha sonra bunlar bölgenin başkenti olan İstanbul’a bağlanarak dörtlü konfederasyon oluşturulması hedeflenmişti.
Balkan bölgesinde başlayan küçük devletlere bölünme süreci, balkanizasyon olarak Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya taşınması, daha sonraları da Orta Doğu’da cemaatler ve etnik gruplar esas alınarak eyalet devletçikleri oluşturularak İstanbul’a bağlanmaları bu plânın uzantısı idi. Plânın başarısı, başkent İstanbul’un ele geçirilmesine bağlı bulunmaktaydı.
Bu amaçlar doğrultusunda, Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sırasında (1915’te) o zamanki Atlantik emperyalistlerinin askeri güçleri olarak İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önüne geldiler. Dünya pazarını paylaşma konusunda anlaşmaya varamadıkları için kendi kıtasının devletleri ile ters düşen Almanya’nın desteklediği Osmanlı ordusunun, ölümü göze alarak savaşması sonunda o dönemin Atlantik emperyalistleri (İngiltere ve Fransa) Çanakkale’yi geçemeyince geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar.
Çanakkale Savaşları, 3 Mayıs 1915 günü Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk’ün); “Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar yoksun kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım” komutu ile yönetildi.
Dönemin Atlantik ittifakını oluşturan emperyalist güçler Çanakkale’yi geçebilselerdi; İstanbul işgal edilecek, çökmekte olan Rus ordusuna yardım için boğazlar kullanılacak ve bu yoldan asker ve silâh gönderilerek Rusların, Almanlara karşı direnmelerini sağlanacak böylece, Alman emperyalizminin doğuya yayılma önlenerek, bu bölgede kendilerinin egemen olmalarının önü açılmış olacaktı.
Savaş sonrasında, aynı plânın uzantısı olarak; Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması dayatıldı. Osmanlının tarihe gömülerek topraklarının paylaşılması süreci yaşandı. Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrasında Osmanlı devleti ile birlikte yenik duruma düşen Almanya’nın toprak bütünlüğüne dokunmayan galip devletler, Osmanlı’nın varlığına el koydular. Limanlar ve ulaşım yolları ile fabrikalar ve madenler, haberleşme kuruluşları bütünüyle galip devletlerin denetimine geçti. Ülkenin can damarı olan ulaşım ve haberleşmenin yabancıların eline geçmesiyle Osmanlının ülkesi üzerindeki egemenliği ortadan kalkmış oldu. Ayrıca, ordunun terhis edilmesi, silâh, cephane ve askeri kuruluşlara da el konulmasıyla, devletin koruyucu gücünün ortadan kaldırılması sürecine girildi.
Bu süreçte İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Türklerin ana yurdunu paylaşmak için bölgeye girdiler hem Ermenilere hem de Rumlara yardım ettiler. Böylece, Osmanlı sonrası dönemde Anadolu’da Müslüman olmayan bir siyasal yapılanmanın hazırlığı yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri de, “Wilson ilkeleri” adı altında bölgede devletçikler kurulmasını kolaylaştırmak için hazırlanan plânlara destek verdi.
Yahudiler ise İngiliz ve Amerikan mandacısı çevreleri örgütleyerek, gelecekte İsrail devletini kuracak yapılanmanın ön koşullarının hazırlığı içinde oldular.
“Geldikleri gibi giderler.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı’nda yenik sayılması üzerine, uygulamaya konulmak istenilen Mondros Mütarekesi koşulları uyarınca, emperyalizmin öncü gücünün İstanbul’a geldiği 13 Kasım 1918 günü, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye’deki görevinden İstanbul’a döndüğü gündü. İstanbul’un kuşatıldığını gören ve ölüm ile yaşam arasındaki ince ayrımı uygulama alanı olan cephede, Türk ulusunun özverisine tanık olan Mustafa Kemal Paşa düşman için, “geldikleri gibi giderler” dedi.
Düşmanların Çanakkale’den geldikleri yere geri gönderilmeleri için; ülkenin ekonomik, sosyal, askeri, siyasi değerlerin bir araya getirilerek, işgale karşı koyacak ulusal gücün oluşması gerekmekteydi.
Ne var ki, ulusal gücün dayanakları olan; verimli topraklar, fabrikalar, ulaşım olanakları, askeri gücünün önemli bir bölümü, hepsinden önemlisi, ulusal güçlere yön vermesi, bu güçlerin örgütleyerek güç birliğini pekiştirmesi gereken siyasi güç, yani hükümet düşman güdümüne girmiş durumdaydı.
Ulusal güçlerin asıl kaynağı halk ise, yıllardan beri süren savaşlar nedeniyle varını yoğunu tüketmiş, ailesinin temel direği olan evlatlarını cephede bırakmış, yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaktaydı.
Düşmanı geldiği yere göndermek için; Ülkenin ulusal güçlerinin (Kuvay-ı Milliye’nin) bir araya gelerek, halka güven verilmesi ve desteğinin alınması gerekmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde kurumlaşan Kuvay-ı Milliye’ye halkın destek vermesi sayesinde Sevr Antlaşmasının yırtılması sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kuvay-ı Milliye’nin başarısının ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun uluslararası tescil belgesi ise Lozan Antlaşması olmuştur.
Bu nedenle, Sevr ile Lozan Antlaşmalarını arasındaki ilişki ateş ile su arasındaki ilişkiye benzemektedir. İki anlaşma birbirinin karşıtıdır. Sevr Antlaşmasına geri dönüş, Lozan antlaşmasının ortadan kalkması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet bütünlüğü içinde var olması, Lozan Antlaşmasın var olmasıyla yakından ilgilidir.
Konuya bu bağlamda yaklaşıldığında; Truman Doktrini, İkili Anlaşmalar, terörün kışkırtılması, özelleştirme süreci, bölücülüğün-gericiliğin yönlendirilmesi, Gümrük Birliği, NATO, IMF, Dünya Bankası ile benzeri kuruluşların kıskacına alınan ülkemize, Lozan’ın rövanşının alınmasını hedefleyen Avrupa Birliği’nin Kopenhag ölçütleri doğrultusunda, yeni bir Sevr haritasını dayatılmaktadır.
Öte yandan, günümüz emperyalizminin öncü karakolu olan ABD’nin, yeniden Kürdistan ve Ermenistan’ın kuruluşuna yönelik politikaları, Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı koşullarında Wilson İlkelerinden farklı değildir. İsrail ise Büyük İsrail devletini dünyanın merkezinde oluşturabilmek için Kürdistan üzerinden Türkiye’nin parçalanmasına giden süreci desteklemektedir. Günümüz Irak devletinde (!) birleştirici unsur olarak görüldüğü için “Arap” etkeninden söz edilmeden Sünni, Şii, Kürt ayrımcılığının kışkırtılmasıyla, Kopenhag ölçütleri doğrultusunda ülkemizde yapay “azınlık” yaratma çabaları örtüşmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti sayesinde zenginleşen ve daha çok kazanç hırsı yerine daha çok ulusal çıkar hedeflemesi gereken yerli sermaye sahibinin önemli bir bölümü, küresel sermayenin güdümüne girerek, emperyalist amaçlara yardımcı olmaktadırlar. Böylece; aynen Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi Türkiye’nin zenginlikleri yabancıların ya da azınlıkların eline geçmektedir.
Ulusal sorunlara, Kuvayı-ı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) başkenti Ankara’dan bakan, ülkesini, ulusunu seven, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin Irak durumuna düşmesini istemeyen, insan olmaya özgü onur sahibi yurtseverlerin gördüğü üzere; emperyalist güçler, Çanakkale Savaşlarında hedefledikleri amaçlarına ulaşmak için uygulamaya koymak istedikleri Mondros koşullarından, Sevr beklentilerinden vaz geçmiş değiller. Çünkü Türkiye özelliklerini korumaktadır.
Türkiye, coğrafi ve stratejik konumu yönünden dünya devletleri içinde önemli bir yeri bulunmaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, Doğunun batısında, Batının doğusundadır.
Türkiye dünyanın en sorunlu üç bölgesi olan; Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya'nın ortasındadır.
Türkiye, üç kıtanın Avrupa, Asya ve Afrika kıtasının ortasındadır.
Türkiye, Dünya petrollerinin %67’si Türkiye’nin yanı başında olan Ortadoğu ülkelerinde bulunmaktadır. (Petrolü en çok tüketen ülkeler ise ABD ve AB ülkeleridir).
70 milyonu geçen nüfusun %62’si, (yaklaşık 45 milyon insan) 65 yaşının altında olması nedeniyle, olağanüstü bir tüketici niteliğine sahip bulunmaktadır.
Bu yönü ile ülkemiz, amacı kazanç olan kapitalist kesimlerin, başka bir anlatımla, dünyada ticareti ve mali kontrolü elinde bulunduran oligarşi için (ya da dünyayı tek başlarına yönetme gayreti içinde olan elit’ler için) ayrı bir önem taşımaktadır.
Ülkemizi önemli kılan etkenlerden birisi de; “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinen, Tevrat’ta; “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat Nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdik” denilen bölgenin bir bölümü, Türkiye sınırları içinde bulunmasıdır.
Bütün bu nedenlerden dolayı emperyalizm için Türkiye; “Türklere bırakılamayacak kadar zengin bir ülke."dir.
Türkiye’nin bir başka özelliği ise;
İnsan onuruna en yaraşır özelilikler içeren Kemalist Büyük Türk Devrimi’ni gerçekleştirmesi ve bu devrim ilkelerinin Atatürk’ün yaşadığı dönemde, devlet yaşamına yansıtmış olması sonucu, yeryüzünün en saygın ülkesi konumuna yükseltilmiş olmamasıdır. Bu yönü ile Türkiye, emperyalist güçleri için; baruttan sonra icat edilen en güçlü silâhtır. Çünkü kaynakları sömürülen ülkelere örnek olmaktadır.
Kısaca:
Türkiye, coğrafi ve stratejin konumu yönünden olduğu gibi, Kemalist yönü ile de, küreselleşmiş olan emperyalist güçler için mercek altında olan bir ülkedir.
Fransa ve ABD yasama organlarının sözde Ermeni soykırımı yapıldığı yolunda lobi dayatmalarını karar altına almalarını, sınırımıza dek dayanmış olan, Büyük Orta Doğu Projesi’ni, Büyük İsrail Projesi’ni ve bunların uzantısı olan Büyük Ermenistan Projesi ile Kürdistan Projelerini, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
Dönemin İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Çanakkale’de amaçlarına ulaşamayınca; Mustafa Kemal için; “savaşın kaderini değiştiren adam” diye söz etmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında Mustafa Kemal Paşa’nın kurumlaştırdı Kuvay-ı Milliye sayesinde “Kağnı, kamyonu yenmiştir.”
Kağnı ile başlanılan yolda, dışa bağımlı olmayan yöneticilerin devletin kaynakları ve devlet yetkisi “Devlet Aklı” doğrultusunda kullanılarak, kalkınma sürecine giren Türkiye, Kemalist ilkelerin devlet yaşamına yansıtıldığı dönemde, yeryüzünde en hızlı ve dengeli kalkınan ülkesi olmuş, yeryüzünde yadsınılmaz bir saygınlık kazanmıştır.
***
Emperyalist güçler, Çanakkale savaşlarında “ANZAK”ların savaşma yeteneklerine güvenmişlerdi. “Ben size düşmana saldırmanızı emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum” komutu karşısında Türk askerinin ölümü göze alarak sürdürdüğü savaş karşısında, ANZAK’ların savaşma yeteneği işe yaramadı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde emperyalist güçler, üstün silâh güçlerine güvenmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, ulusal güçlerimiz sayesinde; “hırpalanmış, silâhı elinden alınmış olan bir milletle, … ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silahlardan üstün olduğunu” kanıtladı.
Günümüz emperyalistleri; Türk ulusunun ruh kudretini köreltmeye yönelik yayın yapan kendi denetimindeki basılı ve görsel yayın organlarına ve bu organlarda her türlü hainliği yapmaya hazır iç ve dış satın alınmışlara, burnumuzun dibine dek yaklaşan, Irak’ı “vatan” olma özeliliğinde yoksun bırakan, sözde “insan hakları” savunucularına güveniyorlar.
Günümüzde Atatürk’ün bedensel varlığı yok, ancak yaptıkları, yapmak istedikleri ve geleceğe yönelik uyarıları canlılığını ve güncelliğini koruyor.
Atatürk’ün günümüze ışık tutan sözlerinden birisi;
“… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.” içeriğindedir.
Birinci ve İkinci Dünya (Pazar Paylaşım) Savaşları ile Soğuk Savaş sürecinde Orta Doğu ve Türkiye ayrı bir önem taşımıştır. Bu önem güncelliğini korumakta ve koruyacaktır.
Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’yi Sevr Projesi ile parçalayamayanlar, şimdilerde yeni projelerle Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit etmektedirler. Gelmiş olduğumuz bu aşamada Türkiye, Sevr’e benzer bütün projelere karşı çıkabilmesi ve bu projelerin bir kez daha geçersiz kılınması için ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Atatürk’ün gerçekleştirdiği dış politikayı izlemelidir. Bu bağlamda; bölge merkezli yeni bir yaklaşımla komşularımızı bir araya getirerek “Sadabat Paktı”nı güncelleştirebilmesi için önce ulusal güçlerin bir araya gelerek, halka ve komşularına güven veren gücü kanıtlamaları gerekir. Bu bir ulusal (milli) zorunluluktur. Yakın tarihte Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ta yaşanılan insanlık dışı uygulamalardan her onur sahibinin ders alması gerekir.

CUMHURİYET TOPRAKLARI VE KÜRESEL İŞGAL "Hüsnü MERDANOĞLU" Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar


“CUMHURİYET TOPRAKLARI VE KÜRESEL İŞGAL” 
Hüsnü MERDANOĞLU
Emperyalizmle burun buruna olduğumuz şu günlerde insanlar, aynen Ulusal Kurtuluş Savaş’ımız günlerinde olduğu üzere iki ayrı gruba ayrılmış durumdadırlar.
Bu gruplardan birisi, birinci sınıf insanların yer aldığı gruptur. Bu grupta yer alanlar, ülkenin içinde bulunduğu koşulları yurttaşlarına tüm açıklığı ile anlatma görevini üstlenen, emperyalizme karşı dik duran ve uğraş verenlerin grubudur.
İkinci grupta, emperyalizmin istediği şekilde kalemlerini kullanan ve ayıkları Dolar ve Avro ile ödenen, uzantıları yurt dışında olan fonlardan çıkar sağlayan, kazançlarına kazanç katmaktan başka kaygıları olmayan, ulusal onurdan yoksun, onursuz olduğu için çıkarcı olan ikinci sınıf insanların yer aldığı gruptur.
Günümüzün birinci sınıf insanlarına, emperyalizmin güdümündeki televizyon ekranları kapalı olduğu için onlar, Kemalist içerikli dergilerde makalelerle ve yazdıkları kitaplarla toplumumuzu aydınlatmak için uğraş vermektedirler.
Kemalist içerikli dergilerden birisi olan “Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi” Prof. Dr. Çetin Yetkin’in öncülüğünde, geçtiğimiz ay yüzüncü sayısına ulaştı. Kendilerini ve destek verenleri kutluyorum.
**
Kutlanması gereken kişilerden birisinin de bu yazının başlığını taşıyan yapıtın yazarı Orhan Özkaya olduğunu düşünüyorum. İtalik dizili yazılarla alıntılar yaptığım, Bir Millet Uyanıyor dizisinin 15 inci yapıtı olan, (Cumhuriyet Toprakları ve Küresel İşgal, Bilgi Yayınları, 2007) okunması gereken bu yapıt incelendiğinde; içinde yaşadığımız koşulların önemini bir kez daha gören yurt severlerin karşı karşıya kaldığı ulusal sorunlara çözüm bulmaları için uzun uzun düşünmeleri gerekiyor.
Osmanlı son döneminde, içinde bulunulan kuşatılmışlıktan kurtulmak için yapması gereken kalıcı devrim yerine, Tanzimat sürecinin taklitçiliğini yeğleyince, “İngilizler, Ege'deki tarım topraklarının 1/3'ünü tapuyla satın aldılar” 15 Mayıs 1919 günü İzmir işgal olunduğunda, İzmir rıhtımında işgalcileri karşılayanların çoğu, çantalarında Osmanlı topraklarının tapusu bulunan yabancılardı.
"Yabancıların Gayrimenkul Edinmesi" ile ilgili yasanın çıkarılması, ülke topraklarının yağmalanmasına neden oldu. Yasadan önce İngilizler, Menderes ovasında sınırlı sayıda arazi satın aldılar. W. Williamson 2.620 dekar arazi almıştır. İngiliz konsolosunun, İngiliz elçisi Sir Henry Bulwer'e sunduğu raporda şu görüşler yer almaktadır:
"...bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte ama bu iyileşmeden yararlananlar aslında Türkleri soyup soğana çeviren Hıristiyanlar dır. Gülhane Hattı Şerifi'nin öngördüğü reformlarla beraber Hıristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladılar ve yeni gelenlerle birlikte sayıları her gün daha da arttı. Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanınmayacak kadar değişmiş bulmaya başladılar. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu. Eskiden olduğu gibi tarlalarını işlemek isteyen Türkler hemen Hıristiyan bir tefecinin pençesine düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor. Talihlerini başka yerlerde denemek isteyenlerin toprakları ise gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler tarafından yok değerine satın alınıyor. Bu yolla toprak sahibi olan Frenkler arasında, içlerinde büyük çiftlikler satın alan yedi İngiliz vatandaşı da var. İzmir yakınlarındaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar." (s.33)
Aslında, mevcut işyerlerinin sadece %15’i Türklere ait bulunmakla, madenlerin %63.75’i, kömür üretiminin %67’si yabancıların ya da azınlıkların yönetiminde olmakla, günümüzün deyimiyle “Küreselleşmiş” olan Osmanlı İmparatorluğu, bir yandan başarısız çıktığı savaşlarla toprak kaybına uğrarken bir yandan da ülke topraklarını yancılara satarak kaçınılmaz sonu kendi elleriyle hazırlamıştır.
Sonu gelmez savaşların yarattığı yıkım ve Osmanlı yönetimin Türk halkını salt asker ve vergi kaynağı olarak görme alışkanlığı, halkı uğruna canını vermeye hazır olduğu toprağını satma gerçeği ile karşı karşıya bırakmıştır.
“Durum böyle olunca, beden gücünü satar duruma düşmüştü. Toprakta kapitalist ilişkiler İngiliz toprak sahiplerinin tercihi haline gelmiş ve hızla, emekte sömürü sistemi artmış, yaygınlık kazanmış, gelişme ortamı bulmuştu. Türk köylüsü geçim olanağını yitirmiş, üretim aracı olan toprakları da elinden uçup gitmişti. Tam bir tarım işçisi konumuna düşmüşlerdi.”(s.36)
Geçmişten ders almayanlar, toprağın kutsallığını bilmeyenler ve topraklarını yabancılara satmanın ne demek olduğunun ayırtına varamayanlara anımsatmak bağlamında vurgulamak gerekir ki; Yahudiler, toprak satın alarak devlet kurmuşlardır.
Mart 2005 tarihi itibariyle; 82.055 taşınmazımız, 85.246 gerçek yabancı kişiye satılmıştır. Bu rakamların içinde satılan, yabancılaştırılan, devredilen şirketler yer almamakta, Yabancılara satılan taşınmazların gerçek rakamları bilinmemektedir.
“Tarımın çöküşü ile yoksullaşan, yoksunlaşan ve her türlü devlet desteğinin özelleştirmeler nedeniyle geri çekildiği bir ortamda, çaresiz kalması sonucunda birer birer toprakları yabancıların eline geçen köylümüz” (s.45) taze parayı elinde bulunduranların karşısında dayanamaz duruma düşmüştür.
Günümüzde, Anadolu topraklarının satışı, geçmişin deneyiminden yararlanılarak, geleceğin tehlikesi görülerek değerlendirilmelidir.
Sayın Özkaya’nın araştırmaları sonucunda saptadıklarına göre, iller bağlamında %020 Hatay, %040 Kilis, %06 Mardin illerimizin yüzölçümlerinin %05 sınırı çoktan aşılmış olup sadece Hatay ilinde satışlar resmen yasaklanmıştır. Gaziantep ilinin %04.6 sı ve Aydın, Muğla ve Antalya illerinde %05’lik sınırına yaklaşılmıştır.
Mardin ve Kilis ilimiz de dikkate alındığında Türkiye genelinde satılan toprakların %82’si Güney bölgemizdendir. 2465 Suriye uyruklu, 4596 taşınmaz almıştır. Suriye’nin bu ilgisi, herkes alıyor onlarda alabilir yönündeki vurdum duymaz yaklaşımdan öte; Suriye’de bulunan Osmanlı döneminden kalma Türk taşınmazlarına karşılık bir değişim hazırlığı olmasın?
14424 kişi üzerine, 11544 taşınmaz alan Yunanistan, bir türlü vazgeçmediği Megale İdea’ye altyapı hazırlıyor olmasın?
İsrail, Almanya ve İngiltere’nin Türkiye’den toprak satın alanlar arasında ön sıralarda bulunmuş olmaları “karşılıklılık ilkesinin bir gereği” olarak görülmek yerine, köşe başından yer tutmak, Türkiye’nin stratejik konumundan yararlanmak, ezelden beri önemini koruyan boğazlarda söz sahibi olmak gibi ulusal bütünlüğümüze kasteden beklentiler olmasın? Bu olguları ülkenin yabancılaşması olarak değerlendirmek her yurtseveri düşündüren davranışlar olmalıdır.
Yabancılaştırma sürecinin bir başka boyutu da, yabancı ile evlilik sürecinde sürdüğü görülmektedir.
“Didim'de son üç yılda kıyılan nikâhların % 25'inde İngiliz gelinler, Türk erkekleriyle dünya evine girdi. Aydın'ın Didim ilçesinde Türklerle İngilizler akraba oldu. Didim Belediyesi Evlendirme Memurluğu kayıtlarına göre, 2003 yılında yapılan 188 evliliğin 53'ünü, 2004 yılında kıyılan 272 nikâhın 54'ünü Türk-İngiliz evliliği oluşturdu. Bu yılın başında 87 çift nikah defterine imza atmıştır.” (s.85)
Daha da düşündürücü olan, yürürlükteki yasalara karşın, vakıf arazisi görünümü altında askeri yasak bölgelerin bile yabancılara satışının gerçekleştirilmiş olmasıdır.
“ ‘Askeri Yasak Bölge’de yabancılara taşınmaz satışı yasağı, işte bu Fenerbahçe Orduevi'nin yanında, rahiplere verilen araziyle delinmiş olmaktadır. Bunun devamı da gelecektir. Çünkü bu uygulama emsal teşkil edecektir. Ne diyelim? İnsaf, insaf mı diyelim!.. Çıldırmamak olanaksız!..” (s.105)
Ne diyelim? sorusunun yanıtı elbette “çıldırmak” olmalıdır.
Tıpkı yalınayak askerleri, çocuk yaşta “kağnı komutanının” yönettiği kağnı ile emperyalizmin kamyonunu yenen Kuvayı Milliye çılgınlığı gibi.

7 Haziran 2018 Perşembe

HIRANT DİNK OLAYININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ, Kemalist Yazar-Atatürkçü Düşünür HÜSNÜ MERDANOĞLU

HIRANT DİNK OLAYININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Öncelikle bilinmesi gereken tarihi bir gerçek; Anadolu’da ölüm kalım savaşının sürdürüldüğü günlerde, azınlık kimliğinde olan herkesin, Kuvayı Milliye’nin karşısında olmadığıdır. Aksine, Kuvayı Milliye’ye katkı sağlayanların içinde azınlıklar da olmuştur. İstanbul’dan Anadolu’ya silâh kaçıranlar arasında Ermeniler bulunduğu gibi, İzmir’in işgalinde Yunan bayrağını indiren arasında Yahudiler de vardır.

Örneğin; Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı (İstiklâl Harbi) sürecinde –silâh ve cephane dahil– Anadolu’nun ihtiyacının önemli bölümünü, İstanbul’dan Anadolu’ya gizli olarak götürülen malzeme ile karşılanmıştır. Bu gizli hizmette “azınlık” olarak bilinen (Müslüman olmayan) yurttaşlarımızın çok önemli katkıları olmuştur. Türk ve Müslüman görünümlü Damat Ferit, ulusal güçlerin eline geçmesin diye Osmanlı silâhlarını Sarayburnu’ndan denize döktürdüğü günlerde, Fransız Vapur Kumpanyası Müdürü Şarl Kalçi, “… Şirketin 5’i bana ait olmak üzere 9 vapuru var. Son vapur da elden çıkana kadar sizinle çalışacağım” demiştir. Aynı şirkette çalışan Ermenilerden Pandikyan, Terziyan ve Hogasyan Efendiler de Milli Müdafaa Grubu’nda etkin görev almışlardır.

Bu bağlamda, Osmanlı Teşkilatı Mahsusası’nın (Haber Alma Örgütü’nün) başında bulunan Eşref Kuşcubaşı şunları söylemiştir:

“Şu gerçeği tarih önünde tekrarlamak isterim; Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan bütün Rumlar, Ermeniler, Yahudiler asla hain değillerdir. Aralarında öz ve halis Türk kadar bu topraklara bağlı, hatta bu topraklar için seve seve ölecek insanlar çıkmıştır. En nazik ve buhranlı günlerde birçok Ermeni ve Rum vatandaşlarımızdan, en vatanperver Türkleri gıpta ettirecek yakınlık görmüşüzdür... Bu, ahlak sahibi kadirşinas insanlar bizlerle beraber gülmüş, beraber ağlamışlardır.”

Nitekim 26 Ocak akşamı “Cevizkabuğu” programının konuklarından olan, Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı Ermeni kökenli Türk yurttaşı Dikran Kevorkyan’ın, emperyalizm karşında gösterdiği ulusalcı dik duruşla, Kemalizm’in ulusalcılık ilkesini özümsediğini kanıtlamıştır.

Sayın Dikran Kevorkyan’ın söz konusu programda belirttiği üzere; içinde yaşadığımız ulusal sorunların kökeninde, eğitimdeki yozlaşma ve ulusal içerikten uzaklaşması gelmektedir. Köy Enstitüleri ve Halkevleri kuruluş ilkeleri doğrultusunda varlıklarını sürdürmüş olsaydı, bu gün ne Güney Anadolu’muzda ayrım ne büyük kentlerimizde yaşam güçlüğü ne de cenazede “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağıran ulusal bilinçten yoksun, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı görünümlü ancak dış güdümlü insanlar olmazdı.

Bu saptamayı yaptıktan sonra, 19 Ocak 2007 günü katledilen Ermeni asıllı Türk yurttaşı Hırant Dink olayının “azınlık” görünümüne büründürülmesinin gerisindeki niyete değinmek istiyorum.

Hırant Dink’in katledilişini bir azınlık sorununa büründürmenin gerisindeki amacı görebilmek için;

-Ülkemize yönelik emperyalist plânları ve bu plânlar içeriğinde,

-Dink’in öldürülmesi öncesindeki gelişmeleri,

-Dink’in öldürülmesinden sonra ve cenazesinin kaldırılması aşamasında yaşanılanları iyi yorumlamak gerekir.

Bilinmesi gerekir ki; bütün ulusal sorunlarımızın, ulusal çıkmazlarımızın ve ulusal darboğazlarımızın kökeninde, emperyalist güçlere ve emperyalist içeriğinden kuşku duyulmayan Avrupa Birliği’ne tam üye olma sürecinde verilen ödünler yer almaktadır.

Bu süreçte, Avrupa emperyalistlerinin dayatmaları, ABD emperyalizminin destek vermesiyle, özellikle de Kopenhag Ölçütleri (Kriterleri) bağlamında, ulusal bütünlüğümüz yönünde verilen ödünler sonucunda, Kemalist Büyük Türk Devriminin vazgeçilmez ilkesi olan ulus devlet bütünlüğünün oluşturduğu ulusal beraberlik, dayanışma ve hoşgörü anlayışı zedelenmeye çalışılmakta, Yugoslavya’da uygulandığı gibi ülkemiz ayrıştırılarak kontrol altına alınmasının kolaylaştırılması hedeflenmektedir.

Bu bağlamda, aynen Sevr haritasında olduğu gibi Türkiye’nin, Orta Doğu bölgesiyle (petrol yatakları ve İslam dünyası ile) ilişkisini kesmek için Anadolu’nun doğusuna set çekilmenin alt yapısı hazırlanmıştır. Bu set’in, Mütareke koşullarında olduğu gibi emperyalizmin güdümünde Ermenistan ve Kürt devleti kurulması ile gerçeklendirilmesinin plânlandığı, tüm açıklığı ile görünen gerçektir.

Bu plân geniş içerikli plânın uzantısı olup,

Geniş içerikli emperyalist plânı şöyle özetlemek mümkündür:

1) Kostantinapol (Bizans) ile Marmara Çevresi (Patrikhane'nin Devlet statüsü verilerek Devlet olarak tanınması) İstanbul'a dünya kenti statüsü tanınması,

2) Yalnız Orta Anadolu’nun Türklere bırakılması,

3) Karadeniz Pontus Devleti'nin kurulması,

4) Ermeni Soykırımı'nın tanınması, tazminat ödenmesi,

5) Güneydoğu'da Kürdistan Devleti'nin kurulması,

6) GAP, Dicle, Fırat ve tüm barajların uluslararası denetime bı¬rakılması,

7) İzmir ve yöresine (İyonya) NATO karargâhının getirilmesi,

8) Kıbrıs’ın, stratejik önemi yanında, çevresindeki zengin petrol yatakları ve İsrail’e yakın ada özeliğinde olması gibi çok yönlü önemi nedeniyle, Anadolu'dan koparılması, Türk askerinin Kıbrıs'tan çıkarılması,

9) Ege ve adaları FIR hattı ile Türkiye'nin hapsedilmesi, Türkiye'den Lozan'ın intikamının alınması, Sevr da¬yatılarak, ülkemizin parçalanması, Anadolu’nun, emperyalistler tarafın¬dan yutulması,

10) Emperyalizmin Türkiye’yi yutmasının kolaylaştırılması için Türkiye’yi, İran ile savaşa tutuşturması.

Dink’i katleden tetiği kimin ya da kimlerin çektirdiğini bilmemeyiz, ancak bilinen geniş içerikli emperyalist plânlara yönelik altyapı hazırlamak için;

-Ermenileri mağdur göstermek,

-Sözde Ermeni soykırım yasalarını kabul ettirmek,

-Irak’a, insan hakları ve insanlık onurunu sahip çıkmak için gelenlerin, insanlık dışı vahşetlerini örtmek ve bu arada Kerkük’te yapılan soykırım vahşetinin kamuoyunda unutturmak,

-Türklüğün yasal bağlamda onurunu koruyan Türk Ceza Yasasının 301 inci maddesini, Türklüğe hakareti kolaylaştıracak düzenlemeni yaptırmak gibi ek plânları devreye sokulmak,

-Kuvayı Milliye ruhunun, emperyalist güçler karşısında, ruh gücünün silâh gücünden üstün olduğunu kanıtlaması bilindiği için “vicdanı ret” gibi Türk ulusunla yabancı olan anlayışları toplumumuzda yerleşmesini sağlamak,

gibi ön hazırlıklar yapıldığı anlaşılmaktadır.

Ancak, Türk halkının sabrını denemek, emperyalizme tarihte çok paha¬lıya mal olmuştur. Ateşle oyun olmayacağı bilinmektedir. Emperyalist güçler ateşle oynanmayacağının bildikleri için ateşin özünü köreltme işini, küresel sermayenin kontrolünde ve güdümünde olan medyaya bırakmışlardır. Emperyalist güçlerin güdümündeki Medya; yurttaşlarımız arasındaki dayanışma, yardımlaşma, yurttaş olma bilincini onurunu zedeleme ve Kuvayı Milliye’den gelen ulusal bilincimizi köreltme görevini sürdürmektedir.

Bu noktada, Kemalist Büyük Türk Devrimi’nin öncüsü Atatürk’ün şu sözlerini anımsamakta yarar var;

“Aşağılık kimselerin parayla yaptıkları basın savaşları vardır.”

“Her zaman her ülkede görüldüğü gibi bizde de ... kişisel çıkarlarını memleket ve ulusumuzun zararlarında arayan âdi kimseler de vardır. Doğu işlerini çevirmede ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan düşmanlarımız, bunu memleketimizde bir örgüt haline getirmiştir.”

Öte yandan, Dink’in katli öncesi koşular ile hemen sonrası gelişmeler arasında bir paralellik de dikkat çekicidir. Televizyon ekranlarına yansıdığı üzere; Dink’in katlinin hemen sonrasında ortaya çıkan ve kısa sürede yapılamayacak kadar büyük olan Dink resimleri, pankartlar ve aniden oluştuğu için hazırlıklı oldukları izlenimini veren kalabalık, cinayetin yukarıda özetlediğimiz plânın uzantısı olduğu kuşkusunu doğurmuştur.

Söz konusu plânın içeriği emperyalist olduğu içindir ki yurtseverlerin, Türkiye’nin bağımsızlığından yana olanların, bölgesinde öncülük görevini üstlenmek isteyenlerin, kısaca; üzerimize gelen emperyalist tehlikenin farkında olan Kemalist’lerin bu plân içinde olmadıklarının kesin kanıtıdır. Bu vargının başka bir kanıtı ise Dink’in öldürülmesi ile ilgili eylemler içerisinde olanların Türk bayrağı taşımamış olmalarıdır. Çünkü Kemalistler bilmektedir ki; ülkemizde din, mezhep bölge, ırk benzeri etnik ayrım, ulus devlet bütünlüğünü zedeleyici etkendir. Ulus devlet bütünlüğünün simgesi ise Türk bayrağıdır.

Son yıllarda ve genellikle de Ocak aylarında (yıl boyunca gündemi belirlemek için olsa gerek) Kemalist yazar ve düşünürlerin öldürülmüş olmalarının acısını yaşayan, Kahramanmaraş, Çorum, Yozgat ve Sivas Madımak kıyımı gibi acıları yüreğinde taşıyan Kemalistler, öldürülmenin, yakılmanın, işgalin ve hıyanetin ne olduğu bilirler ve çözümün; ulusal devlet bütünlüğü içinde olacağını görürler.

Bilinen ve gözden kaçırılmayan bir gerçek daha vardır ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni, emperyalist kuşatma karşısını savunma onurluluğu gösterdikleri için öldürülen yazar, yargıç, gazeteci ve düşünürlerimizin cenazelerinde Türk bayrağı baş tacı iken, Hırant Dink’in cenazesinde Türk bayrağına yer verilmemiş olmasıdır.

Bu durum ulusal birlikteliğe karşı bir tavırdır. Ulu olma bilincinden yoksun, şirketler devleti ABD bile, kimin gerçekleştirdiği belli olmayan 11 Eylül olayını bahane edip, ulusal bilinç yaratmaya çalışarak, ayakta kalma çabası içinde olduğu bir dönemde, ulusallığa sırt dönmek, Türkiye’ye en büyük ihanettir.

Sonuç olarak;

Hırant Dink’in cinayetinin arkasındaki güçleri aralayabilmek için, her cinayetten sonra sorulan değişmez soruyu sormak gerekirse; Hırant Dink’in öldürülmesi hangi çevrelerin, kimlerin ve hangi devletin işine yarar?

Bu sorunun doğru yanıtlanması hem Hırant Dink’i katleden gücü belirleyecek, hem de “Hepimiz Ermeni’yiz, Hepimiz Hırant‘ız” diye bağıranların kimlere hizmet etmekte olduklarını ortaya koyacaktır.

Kimsenin öldürülmesin dilememekle birlikte, bir travestinin öldürülmesi durumunda, “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağıranların “Hepimiz” neyiz (?) diye bağıracaklarını merak ederek belirtmek isterim ki; ülkemizde alt kimliği öne çıkaranlar, işgalleri altındaki Irak devletinin, asli unsuru olan Arap milletinden söz etmeden, sürekli olarak “Şii”, “Sünni” ayrımını körükleyenler arasında, amaç benzerliği olduğunun farkında mıdırlar?

29 Mayıs 2018 Salı

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM” - HÜSNÜ MERDANOĞLU

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM”
HÜSNÜ MERDANOĞLU
Yeryüzünde insan onurunu en çok yaraşır içerikteki “Kemalist Devrim’”i gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk, kendi döneminde tam bağımsızlığa dayalı yeryüzünün en saygın ülkelerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
NATO güdümünde olmayan, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Kopenhag Ölçütü ve dayatmaları bilmeyen, tam bağımsızlığa dayalı, kendine yeten ve komşuları ile iyi ilişkiler içinde olan, Balkan ve Sadabat Paktı bağlamında ulusal sınırlarımızı güven içine alan Atatürk, Kemalist Devrim’in korunması ve sürekliliği için; askeri, ekonomik, sosyal, siyasal içerikli önlemler almakla birlikte, söz ve söylemleri ile de Devrimin korunması için öneri ve uyarılarda bulunmuştur.
Atatürk’ün bu uyarılırından birisi; "Biz büyük bir Devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir. .." içeriğindedir.
Ne var ki, Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda, önce Atatürk’ün savaştığı Batı ve Batı’nın uzantısı olan ve Kemalist Türk Devriminin dünya devletleri karşısında tescili anlamına gelen Lozan Antlaşması’nı onamamış bulunan Amerika Birleşik Devletleri ile uluslararası işbirliğinden öte, teslimiyetçi bir siyaset izlenir olmuştur.
Teslimiyetçi dış siyaset; içerde ve dışarda fırsat bekleyenleri, Kemalist Devrime karşı “Karşı Devrim” cephesinde buluşturmuştur.
Atatürk’ten sonraki Türkiye yöneticilerinin, ABD’ye yaranma ve teslim olma çabalarında; Rusya’nın, Türkiye’den toprak istemiş olmasının etken olduğu savunulmuş ve savunulmaktadır.
Bu bağlamda; Cumhuriyet Gazetesi’nde 26 Aralık 2006 günü yayınlanan iki ayrı yazı “İsmet İnönü” başlığını taşıyordu. Ne var ki, aynı konu işlenmekle birlikte iki yazı arasında kimi çelişkilerin bulunduğu dikkat çekmektedir.
Bu yazılardan birisi Ertuğrul Kazancı’nın yazsıdır (Sayfa;2). Sayın Ertuğrul Kazancı yazısında;
“İnönü'nün, Atatürk'ün ardılı olarak 1946 yılına kadar özenle sürdürdüğü başarıları bellidir.” tümcesiyle İsmet İnönü dönemine ihtiyatla yaklaştıktan sonra;
“Köy Enstitüleri, ulaşım ve sağlık politikaları, KİT’lerin genişletilmesi ve en önemlisi de İkinci Dünya Savaşı'ndan akıllıca uzak duruş önemli ‘kamu yararı’ siyasetleri” olarak vurgulayarak;
“1925 Tarihli ‘Türk Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın 1945 yılında sona ermesinden sonraki gelişmeler, dış politikada bambaşka bir yolu da beraberinde getirmiştir. Sonraki yıllarda sahteciliği anlaşılan ve; ‘Sovyetler, Türkiye'den toprak istiyor, boğazlarda üs talep ediyor’ şeklindeki gerçek dışılık, ‘Missouri’ gemisini Türkiye'ye getirmiştir” tümcelerine yer vermiştir.
Aynı konuyu işleyen (Sayfa;4) Sayın Ali Sirmen ise;
“… 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasının ve Stalin'in, Türkiye'nin bağımsızlığını hedef alan toprak ve üs talepleri dolayısıyla ülkemizin içinde bulunduğu koşullan iyi bilmek ve değerlendirmek gerekmektedir.” tümcelerine yer vermiştir.
Kanımca, İsmet İnönü dönemini en yalın biçimiyle inceleyen, belge ve kaynakları dayandığı için inandırıcı yapıtların önünde gelen yapıt; Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıttır. Bu yapıtta, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü döneminin, “Karşı Devrim” olarak değerlendirilmiş olmasını, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu belirterek önce, Rusya’nın, Türkiye’den toprak isteyip istemediğine açıklık getirmek için söz konusu yapıtın ilgili bölümünden kısa bir altı yapmak istiyorum.
“SSCB, 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık Ve Saldırmazlık Antlaşması’nı 19 Mart 1945’de feshettiğini bildirdi. Bu durumun ortaya çıkardığı gerginlik sürerken SSCB bu kere 7 Haziran 1945 günlü bir nota ile doğu sınırımızda kendi yararlarına bazı düzenlemeler yapılmasını, Boğazları da kendisine üs verilmesini ve buranın iki devletçe ortaklaşa savunulmasını, Montreux Sözleşmesi'nin ikili bir antlaşma yapılarak değiştirilmesini istedi. Türkiye, bu önerileri geri çevirdi, ancak SSCB, 7 Ağustos 1946 ve 25 Eylül 1946'da iki nota daha vererek bu isteğim yeniledi. Bu arada, … İstanbul'da başta Tan olmak üzere bazı gazete ve dergi bürolarıyla birlikte bir Sovyet vatandaşına ait bir kitapevinin de bazı guruplarca yıkılıp dağıtılması, Türk-Sovyet ilişkilerini daha da gerginleştiren bir başka olay oldu.”
Elbette, emperyalist emeli olan ülkelerden birisi de SSCB idi. Türkiye’yi, SSCB emperyalizminden korumak görünümü altında, Amerikan emperyalizmine yanaştırmak için, örtülü ya da açık görevler üstlenmiş olanlar, üzerlerine düşenleri yapmışlardır. Ancak, henüz Kuvayı Milliye döneminin uzantısı olarak TBMM’nde bulunanların, bizzat Atatürk’ün yanında bulunmuş olanların yaklaşan tehlikeyi görmeleri gerekir idi.
Ne var ki, değil tehlikeyi görmek, (aynen Irak’ı işgale gelen ABD askerlerini -televizyon ekranlarına yansıdığı üzere- öperek karşılayan, bugün sadece özgürlüğünü değil namusu da tehlike altında olan Iraklılar gibi), ABD’yi göklere çıkaranların, daha da ileri giderek “Peygamber” gibi görenlerin, bizzat TBMM üyelerinin olduğunu yine Sayın Çetin Yetkin’in “Karış Devrim” inden öğreniyoruz.
“Mehmet Akif in yazdığı İstiklâl Marşımızı Meclis'te ilk kez okuyan, ‘milliyetçi’, Türk Ocağı başkanlığı yapmış olan Hamdullah Suphi Tanrıöver'in TBMM kürsüsünden söyle¬dikleri gerçekten de us şuurlarını zorluyor:
".....milletler hâlâ endişe ile bakıyor. Işık nereden geli¬yor? Bu ışığın bir membaı var: Yine Amerika. Ümit nereden ge¬liyor? Amerika 'dan. Güven nereden geliyor? Amerika 'dan."
“Bu ses nihayet Amerika'dan Peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Rozvelt'in sesi olarak ufuk¬lara aksetti. İnsanları esaret altında bırakmayacağız, medeniyeti yıktırmayacağız diyen bu azametli ses Rozvelt'in vatandaşlarının sesleriyle birleşerek ufuklarda gulguleler vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silâhları ellerinde olarak esir milletlerin muavenetine koştular..... Bugün bu büyük milletin insanlara yaptığı yardımı hatırlayıp, teşekkür giderken, Peygamber gibi temiz ve kusursuz Rozvelt'i, onun halefi olan kıymetli devlet adamı Truman'ı hürmetle selâmlar ve milletinin insanlık yolunda da, sulhte de beşeriyete yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”
Öte yandan, Amerikan Missuri gemisinin İstanbul’a gelmesi (Nisan 1946) ve bu geminin, ulusal onurumuza yarışmayan içerikteki karşılanma hazırlıkları ilgili olarak, “Karşı Devrim” yapıtında şu satırlar yer almaktadır:
Atatürk, antiemperyalist ulusalcılık düşüncesinin önderidir. Antiemperyalist ulusalcılığın üç temeli bulunduğu bilinir. Birincisi, bağımsızlıktır. İkincisi, ülkeyi azgelişmişlikten kurtarmak ve kalkınmış bir duruma getirmektir. Üçüncüsü ise, halka ulusal kimlik, kişilik, ulusal bilinç kazandırmaktır. Çok kısaca formüle edersek, bence Atatürkçülük; bağımsız vatan topraklarında, bir ulus olma bilinciyle, başı dik, onurlu, sırtı pek, karnı tok "insan" olmak demektir. 1945-1950 sürecinde ise, bu üç temel de ağır bir biçimde yaralanmış bulunduğu gibi; onur sahibi olanların onurları kırılmış, başları öne eğilmiştir. Doğru, gerçi kimilerinin de sırtı daha kalınmış, göbekleri daha şişmiştir ama C.H.P’nin 6 Ok'unun "Cumhuriyetçilik" dışındakiler kırılıp bir yana atılmıştır. Özellikle de "Milliyetçilik" oku! O, kırılmakla da kalmamış, anlamı da kaydırılıp saptırılmıştır. Milliyetçi olmak. Amerikancı olmak ve Amerika'nın karşı çıktığı her şeye karşı çıkmak, tuttuğu her şeyi tutmakla eş anlamlı bir duruma getirilmiştir. Missuri'nin ülkemize gelmesi ise, bu gidişin tetiğinin çekilmesi anlamını taşıyordu.
Gemi ve tayfaları askeri törenle karşılanmıştı. Bu doğaldı ve gelenek gereği idi. Ama, "konuklar"ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar da işin ölçüsü adam akıl kaçırılmış bulunuyordu. Bunlardan birkaçı şöyleydi:
1.Armağan olarak gümüş bir levha verildi.
2.Hereke'de özel olarak bir halı yaptırıldı, bu halı geniş bir salonu kaplayacak büyüklükteydi, halının üzerine İstanbul'un bir haritası kabartma olarak işlenmişti.
3.Dolmabahçe'de, Amerikalıların dolarlarını Türk parasına çevirmek üzere özel bir büro açılmıştı.
4.Tekel, özel olarak yaptırdığı ve 50'şer adetlik, üzerinde "Missuri" yazan kutular İçindeki sigaraları satışa çıkardı. Bu kutuların üzerine Türk ve Amerikan bayrakları konulmuş ve İngilizce olarak da "Hoş geldin Missuri" yazılmıştı. Ayrıca kutunun üzerinde bir de Missuri'nin resmi vardı.
5.PTT, bir "Missuri Serisi" pul çıkarmıştı.
6.Amerikalı denizceler için özel olarak Türk şekerleri hazırlanmıştı.
7.İstanbul Belediyesi Amerikalı denizciler için gece yarısından sonra Dolmabahçe-Taksim arasında gidip gelebilmeleri için 12 otobüs ayırmış bulunuyordu.
8.Bununla da yetinilmemiş tüm taşıtlar Amerikalıların emrine verilmişti ve bunlara hiçbir ücret ödemeden bine biliyorlardı.
9.Sinemaların balkonlarındaki ve tiyatrolardaki 80 kişilik yer ücretsiz olarak Amerikalılar için ayrılmıştı.
10. Amerikalı bahriyelilerin isteği olan; İstanbul’daki Türk kızlarının saat 6’dan sonra eve gitme mecburiyetlerinin kaldırılması (Türk kızlarının daha uzun süre Amerikalılarla birlikte olması için), Türk gazetecisi tarafından analara duyuruldu.
11.İstanbul’daki genelevlerin duvarları boyandı.
Söz konusu yazısında Ali Sirmen, “Bugün Türkiye'de çok partili bir rejim varsa, eğer demokrasi ya da benzeri bir yönetim biçimi egemense, bunu İsmet İnönü'ye borçlu olduğumuzu kimse yadsıyamaz.” saptamasında bulunmaktadır.
Bu bağlamda, Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” yatında da kimi saptamalar bulunmaktadır şöyle ki;
“Bugün pençesinde kıvrandığımız IMF, Dünya Bankası ve dış borçlar, İnönü döneminin bize armağanıdır.

Türkiye'nin bağımsızlığı İnönü döneminde zedelenmiştir. Emperyalizme teslim olmak bu dönemde başlamıştır.
Aydınlanınız, yazarlarımız, şairlerimiz İnönü döneminde öldürülmüşler, hapislere atılmışlar, polisçe izlenip durmuşlardır.
...
İnönü, önce devrim karşıtlarını önemli görevlere getirerek ama daha da önemlisi devrimlerden ödün üstüne ödün vererek, üstelik dini siyasete âlet ederek, demokrasinin önünü böylece kendisi tıkamıştır. Öte yandan, yılların planlaması ve çabası sonucunda yaratılan Köy Enstitüleri'nin devrim düşmanlarınca acımasızca yıkılmasına göz yummasaydı, göz yummak ne demek, baş yıkıcısı Reşat Şemsettin Sirer'i Millî Eğitim Bakanı yapmasaydı, demokrasinin önündeki başlıca engel olan cahillik, boş inançlar, ağalık, şeyhlik... ten bugün iz kalmamış olacaktı.
...
Demokrasi ancak tam bağımsız bir ülkede var olabilir. Çünkü, demokrasi demek, halkın/ulusun kendi özgür istenci ile kendisini yönetmesidir.
...
İktidar ve muhalefet partileri böyle olan bir ülkede, hangi demokrasiden söz edilebilir ki?
İnönü'nün CHP seçimlerden yenik çıkınca iktidarı DP'ye devretmesini ise başlı başına eski Millî Şefin yüce kişiliğinin bir sonucu olarak gösteriyor kimileri de. İyi de, ülkeye demokrasi getirdim diye övünen İnönü'den başka ne yapması beklenebilirdi ki? Seçimi yitirenlerin iktidarı seçime kazanana devretmesi en olağan davranış değil midir ki, bunda bir yücelik görülüyor? Hem sonra, iktidarı devretmemek elinde miydi? Sözü uzatmamak için, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini gerçekleştiren subaylardan Suphi Karaman'ın son bölüme aldığım şu sözünü anımsatmakla yetineceğim:
‘50'lerden önce de bana göre, Halk Partisi 60'dan önceki Demokrat Parti durumundadır. Ama bir seçimle kendini sıyırabilmiştir... ‘ "
***
Sayın Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıtını okuyup da, “karşı devrim süreci”nde, İsmet İnönü’nün karşı devrimci olmadığını kanıtlayamayanların (merhum İsmet İnönü’nün maddi ve manevi mirasından yararlanan evlâtları ile eli kalem tutan bütün yakınları, İsmet İnönü’nün yakınında bulunmuş olmakla övünenler de dahil), İsmet İnönü’den saygı ile söz etmeye hakları olmadığı kanısındayım.
Ayrıca belirtmek isterim ki, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü’nün “Karşı Devrim”ci olmadığının kanıtlanması, bir Kemalist olarak en çok beni sevindirecektir.

"ADD’Yİ İLK OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULA TAŞIYAN SÜREÇ" - HÜSNÜ MERDANOĞLU

ADD’Yİ İLK OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULA TAŞIYAN SÜREÇ
HÜSNÜ MERDANOĞLU
1994 Mayıs ayında yayına başlayan, beşbin adet basan birinci baskısı kısa sürede tükendiği için ikinci baskısı yapılan ve bir süre düzenli olarak yayınlanmış olan, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi’nin yayın organı olan “Atatürkçü Düşünce Dergisi”nin sayfaları arasında kimi gerçekleri görmek mümkün.
Bu yazıda; ADD Genel Başkanı Sayın M.Suphi Gürsoytrak’ın söz konusu Dergiye yansıyan yazılardan yararlanarak, ADD’de patlayan ve bir kişinin ölümüne neden olan bombanın nedenleri ile ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurul’a taşınması sürecini aydınlatmaya çalışacağım.
ADD’nin 3 üncü Olağan Kurultayı 29 Mayıs 1994 günü yapılmış, bu Kurultay sonrasında Genel Başkanlığa seçilen Süreyya Hami Şehitoğlu’nun 31 Mayıs 1994 günü ameliyat sarasında yaşamını yitirmesi üzerine, M. Suphi Gürsoytrak Genel Başkan’lığa seçilmiştir.
Gürsoytrak, Genel Başkan seçilmesini izleyen günlerde, ADD’nin yayın organı Dergiye yazdı aşağıda kim örneklerini bulacağınız yazılarla, ülkemizin içinde bulunduğu koşullara dikkatleri çekmekle birlikte, Kemalist dik duruşu nedeniyle kendisi de dikkatleri üzerine çekerek, ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurulu’na taşınması süreci başlamıştır.
“Ulusumuz yeni bir SEVR zorlamasıyla karşı karşıyadır. Bu amaçla çalışanlar ne yazık ki, büyük ümitlerle kurduğun Yüce Meclis'e bile sızabilmişlerdir.
Diğer taraftan derinden ve sinsice çalışan, bol kaynaklarla beslenen bir grup da, çağdaş ve uygar boyutta yapılandırdığınız ulusumuzu, ortaçağ karanlığına çekmek için var gücüyle çalışmaktadır.
Uluslararası sermaye ile işbirliği halinde olan diğer bir grup da, serbest piyasa karmaşası altında, Ulusun ve ülkenin kaynaklarını ve iktisadi kuruluşlarını bir süredir yağmalamakla meşgul.
...
Bu karanlık koşullara karşın gençliğe hitabenizin bilincinde olan Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin M. Genel Kurulu'nda seçilmiş Genel Merkez Yönetim Kurulu olarak; sana minnetimizi, devrim ve ilkelerine olan bağlılığımızı, çağdaş uygarlık yolunda sürekli ilerleme ülkümüzü, özgür, demokratik ve laik Cumhuriyetimizi koruma azmimizi belirtir, yüce huzurunda saygıyla eğiliriz.
M. Suphi GÜRSOYTRAK Genel Başkan"
(Gürsoytrakı’ın, Anıtkabir defterine yazdığı tümcelerlerden, Atatürkçü Düşünce Dergisi, Haziran 1994, s.7.)
“… Bugün Güneydoğu bölgesi bir etnik grubun batılılarca kışkırtılması üzerine kandırılmış bazı vatandaşlarımız aracılığı ile büyük bir insan ve toprak parçasının koparılmak istediğini görüyoruz. Bunu da dışardan kaynaklanan ve Türkiye’yi bir yerde güçsüzleştirmeyi amaç edinen batılıların Türkiye’ye yönelik tertiplerin bir uygulaması olarak algılamaktayım.”
“(Batı) nasıl Güneydoğu’da Türkiye’nin bir parçasını koparmak isteyen PKK hainlerine ve onların siyasal yardakçılarına destek çıkıyorsa, aynı şekilde hükümetimize ‘Devleti Küçültün’, ‘Özelleştirme Yapın’, ‘Kamu sektörünü tasfiye edin’ gibi telkinlerde yapmakta, bunun için de aracı olarak IMF ve Dünya Bankasını kullanmaktadır. Bir özelleştirme yasası çıktı şimdi ne olacaktır? …. Türkiye’de bunları alabilecek sermaye sahibi olmadığına göre bunların büyük bir olasılıkla Yahudi, Rum, Ermeni sermayedarları ile yabancı sermayenin eline geçmesi olasılığı son derece yüksektir.” (AD Dergisi, Yıl;1, Sayı;5, s.3-4.)
“Cumhuriyetin kuruluşunun yetmiş birinci yılını yaşadığımız bugünlerde özgürlükçü, çoğulcu, laik, hukukun üstünlüğüne dayanan sosyal hukuk devletimiz, ülke ve millet bütünlüğümüz; yurtiçinden ve dışından büyük ve fiili tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu tehditleri oluşturanlar:
1) Özellikle, Güneydoğu'da bir Kürt devleti kurmak isteyenler,
2) Ülkemizde şeriata dayanan bir İslâm devleti kurmak isteyenler,
3) Küreselleşme bahanesiyle sosyal devleti ortadan kaldırmak isteyenler olmak üzere belirtilebilir.
Washington kaynaklı koşullarda yapılan 12 Eylül müdahalesiyle iktidara gelen K. Evren-T. Özal ikilisinin oluşturduğu baskı rejimi altında uluslararası kapitalizmle bütünleşmeyi amaçlayan "24 Ocak Kararları" gereğince uygulanan sosyal, kültürel ve ekonomik politikaların devleti büyük ölçüde borca sokması ve Amerikancı dış siyaset izlenmesi, yüksek enflasyon siyasası izlenmesi, yolsuzlukların üzerine gidilmemesi ve vergilendirmede gerekli düzenleme, genişleme ve düzeltmelerin bilinçli olarak yapılmaması sonucu Türkiye halkı ve devleti yukarıda belirttiğimiz tehditlerle karşı karşıya getirilmiş bulunmaktadır. Adeta yeni bir "Sevr" uygulaması sinsice yürütülmektedir. Son aylarda Batılı ülkelerce, insan hakları konusunun Türkiye'yi parçalama aracı olarak ısrarla kullanılmaya çalışıldığını gözlemekteyiz. Tarihsel olaylara baktığımız zaman insanların, toplumların ve ulusların ilişkilerinin temelinde hep "sömürü-ekonomik çıkar" yattığını saptamaktayız.”
“Türkiye, üç demir-çelik fabrikası, petrokimya tesisleri, petrol rafinerileri, gelişmiş otomotiv endüstrisi, güçlü tekstil sanayii, etkin savaş sanayii, engin tarım kapasitesi, zengin hayvan varlığı, çeşitli bitki örtüsü, büyük su kaynakları, milyonlarca çağdaş eğitim gören gençleri yetişmiş iş gücü, ulusal gururu yüksek, zengin insan kaynakları, geleneksel disiplinli askeri gücü, yüksek moral gücü, çağdaş devlet yapısı, güçlü bürokrasisi ve ülkenin jeostratejik konumunun sağladığı avantajlar, ileriye atılmaya hazır 'büyük bir potansiyel gücü simgelemektedir.
Öyleyse Türkiye daha çok güçlenmeden durdurulmalı, denetim altına alınmalı, bağımsız hareket kabiliyeti kısıtlanmalı, giderek ortadan tamamen kaldırılmalıdır. Bu maksatla içeride çıkarılacak olaylarla daima meşgul edilmeli ve kalkınmaya harcayabilecek kaynakları bu olaylara ve silah alımında tükettirilmelidir. Bu amaçla etnik ve mezhep ayrılıkları, sağ-sol çatışmaları teşvik edilmeli, siyasal görüş farklılıkları keskinleştirilmeli, partiler olabildiğince parçalanmalı devlete ve hükümete güven duygusu olabildiğince yok edilmeli, toplumda her türlü çürümüşlük geliştirilmeli, sosyal sınıf ve katlar arasındaki farklar keskinleştirilmeli, asayiş ve güven duygusunun yok edilebilmesi için sürekli sabotajlar, anarşik olaylar tezgâhlanmalı, devlet, mali gücünün üstünde borçlandırılarak sürekli Batı'nın mali kaynaklarına bağımlı duruma getirilmeli, bağımsızlık savaşı değer yargıları ile geliştirilen planlı ve karma ekonomiyle gerçekleştirilen sosyal devlet modeli, liberal devlet yapısına dönüştürülmeli, laik devlet rejimine karşı dinsel devlet modeli teşvik ve ileri sürülmeli, ulus birliği, devlet tekliği ve ülkenin bütünlüğü parçalanmalı ve ne pahasına olursa olsun, ulusal birlik ve kimliğin, özgürlük ve bağımsızlık hareketinin sembolü Mustafa Kemal Atatürk yıpratılmalı ve yok edilmelidir.” (Atatürkçü Düşünce Dergisi, Yıl;1, s;7; Kasım 1994, s.7-8)
“Avrupa Birliği, Gümrük Birliği'ni imzalayacaktır. Çünkü Altmış, yetmiş milyonluk Türkiye pazarını kendi kontrolü altına alabilecektir. Türkiye'nin ekonomik değeri olan her türlü sanayi tesislerini çok ucuza satın alabilecek veya elde edeceği hisse çoğunluğu ile yönetimi ele geçirmiş olacaktır…. Kendisine rakip göreceği tesisleri el değiştirmeye veya iflasa zorlayabileceklerdir. … objektif değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi, tam üyeliğe kabul edilmeden imzalanacak bir Gümrük Birliği, mevcut hükümeti ve bazı sermaye kesimlerini kurtarır ama, Türk halkını içinden çıkılamaz bir badirenin içine sürükleyebilir. Hele, bütün koşulları, Avrupa Birliği üyelerinin yararına olan anlaşma için, Yunanistan zorluk çıkarıyor endişesiyle ulusal çıkarlarımızdan bazı açık veya gizli ödünler vermeye kalkmak, sorumlularını ebediyen lanetlenmekten ve hesap vermekten asla kurtaramaz. … Osmanlı Devleti, Kırım Savaş'ından sonra 1856 yılında yapılan PARİS Antlaşması’na göre Avrupalı sayıldı, hukukundan yararlanması kabul edildi ve toprak bütünlüğü Avrupalı devletler tarafından kabul edilmişti. Aynı Avrupalılar değil mi, Türkleri Asya'ya sürmeye kalkan?.. Tarih ancak güçlü olanların, bağımsızlık ve özgürlük duygulan yüksek olan ulusların varlıklarını ezel ebet sürdürebileceklerini göstermektedir.
(AD Dergisi, Yıl: 1, Sayı; 10, Şubat 1995, s. 2-3)
İşte bu ulusalcı antiemperyalist, bölücülüğün ve gericiliğin arkasında emperyalizmin olduğunu vurgulan söz ve söylemlerin yazıya döküldüğü günlerde ilk bomba, 27 Şubat 1995 günü ADD Genel Merkezi tuvaletinde patladı. ADD Genel Merkezi’ni bombalamak amacıyla, bomba düzeneğini ayarlamak için tuvalete giren Cahit adında bir kişinin patlattığı bombaydı bu bomba.
Dernek çalışanlarına ya da üyelerine bir şey olmamış, Cahit’in kendi canının yok olduğu bu bombalama olayından sonra, Cahit’in cansız bedeninden kopan parçaları, insan olma özelliğine yaraşır bir özenl bir araya getirerek toplamayı, Dernekte şapkası ile sembolleşmiş emekli öğretmen “Şapkalı Kadın” Seher Yıldırım üstlenmişti.
Bir başka emekli öğretmen Mehmet Akün, Derginin Mart 1995 sayısında Cahit için şunları yazdı:
“Derneğe vardığımda koridora sıçramış kanlar, parçalanmış lavabo taşları, yerinden sökülmüş tuvalet kapısını gördüm. Ne olacaktı? Aile bütçesine üç-beş kuruş katkı sağlamak uğruna çay servisi yapan Sultan bacımız, belki sevgili başkanımız, belki başkaları, belki ben, ama senin hiç mi hiç tanımadığın insanlar yaralanacak, ya da öleceklerdi. Bir süre durgun, donuk gözlerle senin ölümünden kalan izleri inceledim. Ama sana hiç kin duymadım. Sadece ‘derneğe daha çok uğrama’ kararı aldım.”
Öyle de oldu;
Bu olaydan sonra Dernek insanlarla doldu taştı, Dernek üyeleri birbirlerine bir başka kenetlendiler. Etkinlikler üyelere gönderilen çağrı mektupları ile duyurulmaya başlandı, telefon zincirleri oluşturuldu, üye sayısı o denli arttı ki, bir ayda on bir üyenin kaydının yapıldığı, onlarca şubenin açıldığı oldu. Komisyonlar kuruldu. Kırsal yörelerindeki halka ulaşıldı. Okullarda ve halka verilen konferanslara katılanların sayısı yüz binleri geçti. Dernek kurumlaşmayı sürdürürken, Genel Başkan Suphi Gürsoytrak emperyalizme karşı dik duruşunu, içerideki bomba patlayıncaya dek sürdürdü.
“ Arap ülkelerinin su hakları bahanesiyle (Fırat-Dicle) konusunda, Suriye ve Irak'ın yanında Türkiye'ye karşı açıkça (cephe aldılar). Bu konuda İsrail’in de Arap ülkelerinin yanında yer aldığı dikkatten kaçmamaktadır.”
“Esasen Körfez Savaşından önce Pentagon'da ve denetimlerindeki "Tink-Tank" (Düşünce üretim grubu) kurumlarınca üretilen strateji çalışmalarında, su yüzünden Türk-Arap savaşı çıkacağı sürekli işleniyordu. Irak'ın Kuzeyi'nde oluşturulmaya çalışılan uydu "Kürt devleti" çalışmaları da dikkate alındığında, Güney ve Güney-doğu bölgemiz de Potansiyel bir tehlikenin varlığı ve büyüklüğü, ulusça bu konuda da ne kadar dikkatli olmamız gerekliliğine işaret etmektedir.”
“Ayrıca, gerek İsrailli işadamlarının, gerekse bazı Batılı ve Arap işadamlarının GAP yöresinde, Özellikle toprak almaya ve iş kurmaya çalışmaları da oldukça dikkat çekici faaliyetler olarak görülmektedir.” “… çevremizdeki açık ve gizli işbirliğini ve boyutlarını göstermesi bakımından, önemle üzerinde durulması gereken diğer bir ulusal konu olduğu kanısındayız.
(Yıl:3, Sayı;22, Şubat 1996, s.2.)
Mayıs 1996’ya gelindiğinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki ADD’lilerle yapılan toplantıda Görsoytrak, kamuoyun önünde son iki yılın hesabını ADD üyelerine verirken söyledikleri, ADD’nin kurumlaşma sürecine girdiğini müjdeleyen Mayıs 1996’da yayınlanan 25 inci sayısında şu tümcelerle yer almıştır:
“Geçen bu iki hizmet yılımız süresince bir taraftan nicelikli büyümemiz sağlanır ve örgütsel noksanlarımız giderilirken, diğer taraftan düşünsel alanda Atatürkçü Düşünce Felsefesi doğrultusunda üyelerimizin ve halkımızın aydınlatılmasına, bilinçlendirilmesine büyük önem verilmiştir.”
Bu amaçla yurtiçinde ve yurtdışında başta bilim adamlarımız, yazarlarımız konularının uzmanları, kültür, sanat ve siyaset adamlarımızın, çeşitli düzeylerde tertiplenen etkinliklere katılmaları sağlanmıştır. Yalnız geçmiş siyasi olayları anımsamak değil, aynı zamanda yaşanan, toplumumuzu ve devletimizi ilgilendirecek siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olaylar hakkında örneğin özelleştirme, küreselleşme, devleti küçültme, Gümrük Birliği Anlaşması gibi girişimler ile laik devletimizi tehdit eden şeriat yanlıları ile ülke ve ulus birliğini parçalamaya yönelik ırkçı girişimlere karşı her kat ve düzeydeki makamlar nezdinde karşı çıkılmış, ilgili yasaların uygulatılmasına çalışılmıştır. Bu girişimlerimiz ve yapılan konuşma ve açıklamalar genelgelerimizle tüm şubelerimize ve üyemize yansıtılmaya çalışılmıştır.
Keza şubelerimiz gereksinim duydukları kitaplar, fotoğraflar, video ve bantları, kasetler, slâytlar, diğer benzeri eğitim, öğretim ve tanıtım araç ve malzeme isteklerini mevcutlar oranında karşılamaya büyük gayret sarf edilmiştir. Halen yurt içinde ve yurtdışında, oldukça yeni bir dernek olmamıza karşın halkımızın gösterdiği büyük ilgi ve siz değerli üyelerimizin tutarlılığı sayesinde Türkiye'nin en büyük ve en saygın ‘sivil toplum’ örgütü, demokratik baskı gurubu haline gelmiş bulunmaktayız.”
ADD Dergisinin Haziran 1996’ sayısında;
—ABD Temsilciler Meclisi’nin Türklerin, Ermeni soykırım yalanlarına yaklaşımını,
—Türkiye’de Çekiç Gücün varlığını eleştiren Görsoytrak;
18-19 Mayıs 1996’da yapılan 4 üncü Büyük olağan Genel Kurulu sonucunda; M.Tevfik Kızgınkaya, Prof. Ningur Noyanalpan, Prof. Ünsal Yavuz, Av. Mehmet Uğurlu, Vahit Yılmaz, Prof. Mustafa Altıntaş, Hüseyin Emre Altınışık, Prof. Özer Ozankaya, Av.Burhan Apaydın ve Nilgün Ersoy’dan oluşan Genel Merkez Yönetim Kurulunda tekrar Genel Başkanlığa seçildi.
10 Kasım 1996 günü milyonları Anıtkabir’de toplayan Görsoytrak öncülüğündeki ADD, her geçen gün büyümeye ve güçlenmeyi sürdürürken Gürsoytrak da, kamuoyunu aydınlatma görevini Dergin 39 uncu sayısında şu tümcelerle sürdürmüştür:
“Birleşmiş Milletlerde Türkiye’nin karşı çıkmasına karşın, ABD’nin Fırat ve Dicle nehirlerini ‘sınır aşan su’ olarak kabul etmesi, GAP dahil bu konularda Türkiye’nin başına büyük sorunlar açacak nitelikte görünmektedir.”
“ABD yönetimine yakın düşünce üretim merkezi (Tink Tank) uzmanları, Balkanlar, Türkiye, Ortadoğu, Asya’daki Türk Cumhuriyetleri bölgesinin geleceğine yönelik bir takım senaryolar üretip durmaktadırlar.”
Ankara’da mütevazı de olsa bir Genel Merkez binası satın alan, her geçen gün üye ve şube sayısı artan, ilgili illerin valiliklerinden alına olurla okullarda, kütüphanelerde, demokratik kitle örgütlerinin toplantılarında ve halkın ayağına gidilerek düzenlenen toplantılarda Atatürkçülüğü anlatan yeterli, nitelikli, bilgili ve özverili kadroları barındıran ADD’de bu kez, Gürsoytrak’ı Genel Başkanlıktan düşürülmesine yönelik girişimler başlamış yani iç bomba patlatılmıştır.
Ünsal Yavuz ile Tevfik Kızgınkaya’nın, Gürsoytrak’a muhalefet ederek Genel Başkan Yardımcılıklarından ayrılmaları, Ningur Noyanalpan, H.Emre Altınışık, Vahit Yılmaz, Burhan Apaydın’ın muhalefete katılmaları ile 24/11/1997 günü yapılan Genel Merkez Yönetim toplantısında, Gürsotrak’a güvensizlik önerisi verilmiş, zamansız ölümü Kemalistler için bir kayıp olan, Kemalist kişiliğini ruhuna yansıtmış bulunan, güler yüzlü, güvenilir ve saygın kişilikli Av. Mehmet Uğurlu ile aynı niteliklere sahip olan, Derneğin kurucularından Dr. Ziya Tinel’in tüm çaba ve gayretlerine karşın İlk Olağanüstü Genel Kurul için adım atılmıştır.
8 Şubat 1998’günü yapılan ve Suphi Gürsotrak’ın listesindeki adayların çoğuncuğunun yönetime taşınmasıyla sonuçlanan ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurulu ile ilgili değerlendirme, Dergini Şubat 1998 sayısının 13 üncü sayfasında şöyle yapılmıştır:
“Türkiye’deki bir avuç işbirlikçi sayesinde yurdumuzun topraklarını ileri karakol olarak kullanan emperyalist güçler, kişiliğini ve onurunu kaybetmiş yöneticilerden aldığı güçle çizmeyi aşan eylemler yapmaya başlamışlardı. Atatürkçü Düşünceyi, demokrasiyi, laik hukuk devletini, Cumhuriyeti halka mal etme yönünde 1919'ların Kuvayı Milliye heyecanı, mücadele azmi ve örgütlenme dinamizmini yeniden canlandırmak savaşımında olan ADD kendi iç hesaplaşmasını 8 Şubat 1998'de yapılan Olağanüstü Genel Kurul'a taşımak zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı...”
“ADD Genel Başkan Yardımcıları olan Tevfik Kızgınkaya ve Prof. Dr. Ünsal Yavuz'un yönetim ve örgüt içinde daha etkin ve güçlü bir duruma gelmek için 20 Eylül gecesi Genel Başkan'ı Galatasaray Kulübüne konuşmak için çağırmalarıyla başlayan ADD içi sancılar, emperyalizmin uzantısı konumundaki ‘çağdaş mandacı’ mason ve rotaryan örgütlerine mensup Atatürkçülerin takiyesiyle sonuçlanmıştır.”
“Prof. Dr. Ünsal Yavuz, Almanya'daki tüm örgütlerin sorumluluğunun kendisine, Türkiye'deki örgütlerin sorumluluğunun da Tevfik Kızkınkaya'ya verilmesini isteyerek, bu konudaki yetkinin Yönetim Kurulunda olduğunu söyleyen Genel Başkan M. Suphi Gürsoytrak'a cephe almıştır”.
“… Küreselleştirilmiş "Çağdaş mandacılığı" yani "batı"cılığı emperyalizmle koşut sayanların meydana getirdiği kutupların içindekilerle gerçek Atatürkçüleri ayırmaya yol açan Olağanüstü Genel Kurul kararı işte bu koşullarda gündeme gelmiştir.”
“Olağanüstü Genel Kurul'un yapıldığı 7 Şubat günü ise DSİ salonundaki duyarlı delegeler yanlışlardan arınmış, yapıcı ve geliştirici bir tutumla Kemalizm'de Atatürkçülükte de lafta kalmadıklarını gösterdiler. Yeni Sevr haritaları çizilmesinde çorbada tuzu bulunanların, dışardan yönlendirilen ‘batı’cı ve ‘gizli Atatürkçülüklüne meydan vermeyen bir anlayışla hareket eden ‘gaflet, delalet ve hıyanete’ karşı omuz omuza vermiş ve Genel Başkan'ın Kuvayı Milliye listesinin kazanmasını sağlamışlardır.”

“ADD'nin duyarlı üyeleri dışardan yönlendirilen ABD lobilerine, rotaryan uzantısı olan ve coşkuyla akan bir su gibi hızla yol aldığımız bir dönemde su yatağımızı de¬ğiştirmeye çalışan güçlere karşı başlattığı Kuvayi Milliye atılımı ile önümüzdeki günlerde düşün ve eylemlerimizin doğrultusunu belirlemiştir. … ”
Bu değerlendirmede vurgulanan; “çağdaş mandacı”, “mason”, “rotaryan”, “dışardan yönlendirilen ABD lobilerinin” uzantıları ya da “gaflet, delalet ve hıyanet” içinde olan kişilerden, 5 inci Olağan Genel Kurulu sonucunda oluşan ADD yönetimine kimlerin taşındığı hakkında, ADD Dergisinde bir bilgi bulunmuyor. Ancak, 5 inci Olağan Kongrede yönetime seçilenleri, İlk Olağanüstü Kongre’de “Kuvayı Milliye listesinin” karşısında yer alanların desteklediği biliniyor.
Haziran 1998’de yapılan 5 inci Olağan Genel Kurul sonrası Genel Başkanlığına seçilen emekli bir hukukçunun, kapağında kendi öz deyişinin yer aldığı Derginin, Haziran 1998 sayısında açıkladığı;
“Birbirimizi dinleyecek, sevecek, sayacak, Genel Merkezle sıkı iş biriliği içinde, aykırılık ve çelişkilere düşmeden bayrağı daha yükseklere çıkararak bizden sonrakilere teslim edeceğiz” görüşlerini alkışlamamak mümkün değil.
Ne var ki, bu görüşler yönetime yansımamıştır.
500 öğrencinin üniversitelere taşınmasını, 200 öğrenciye karşılıksız ve Derneğe yük olunmadan, gönüllülerin oluşturduğu fon aracılığı ile harçlık verilmesin sağlayan Eğitim Komisyonu başta olmak üzere, başarılı olup olmadıklarına bakılmaksızın bütün komisyon sorumluları değiştirilerek, ADD’ye gönül verenlerin çalıma istek ve azminin kırılma süreci başlatılmıştır.
Üyelikten atılma ve şube kapılma işlemleri, hepsinden önemlisi üyeler arasında kutuplaşma, sürtüşme, didişme gibi olumsuz davranışlar başlamıştır.
Belirtilen süreçte; olumsuzluklara neden olanların birçoğu, belki üstlendikleri görevi başarı ile yerine getirmiş olmanın huzuru ile belki de mahcubiyetlerinden olacak, kendiliklerinden Dernekten uzaklaştılar. Ancak, içlerinden ADD’de kadrolu Genel Sekreter olmayı başaranlar(!) oldu.
Günümüz ADD yönetimi; ADD eşgüdümünde oluşturacağı iletişim organlarıyla, halkımızın ve şubelerimizin her konuda aydınlatılması, ulusal dayanışmasının güçlendirilmesi, olası teklikler karşısında ulusumuzu iri, diri ve uyanık tutulması yönlerinden yönlendirici olmalıdır.
Ancak unutulmamalıdır ki, Çiçero’nun dediği gibi; “Hain, hain gibi gözükmez. Kurbanların dilinden konuşur. Onların yüz ifadesini takınır ve onlar gibi giyinir ve bütün insanların kalplerinde yatan değerlere hitap eder.”
Kemalist bağlamda yeni plân ve projelerin uygulamaya konulmasında işbirliği yapılıp güç biriliği oluşturulurken, görev verilip hizmetinden yararlanacak olanların “kanındaki öz cevhere” dikkat edilmesi gerekir. Aksi halde, kuzu postuna bürünüş kurtlara gün doğmaktadır.
**
ELEŞTİRİ YORUM:
Dursun Ali Ercan bana adlı alıcılara
Diğer seçenekler 23.12.2006
sayın merdanoğlu, makalenizi dikkatle okudum. tek kelime ile enfes.. umarım ders çıkaranlar olur.kutluyorum
selamlar ali ercan

ADD YE HİZMET EDENLERİ SAYGI İLE ANMAK GEREKTİĞİ ANLAYIŞI İLE KALAME ALDIĞIM BİR MAKALEMİ
EKTE BİLGİ VE TARDİRLERİNİZE SUNUYORUM.
SAYGI İLE
HÜSNÜ MERDANOĞLU

Şener Paşa ve ADD -Ergün POYRAZ
Haberler Ocak 9th, 2007
Jandarma eski Genel Komutanı Şener Eruygur, genel komutanlığı döneminde irticai kesimin, AKP’nin ve bölücülerin korkulu rüyası olmuştu. Eruygur’un dönemi Atatürkçü kesimin ise en rahat ve en güvenli günleriydi. Ülke düşmanlarına göz açtırılmayan bu süre Şener Paşa’nın emekliliği ile adeta bitiyor, ardından AKP milletvekillerinin evinde biat edilme dönemi ile başlayan süreç irticai kesimin bayram günleri oluyordu…
Şener Paşa, son ADD seçimlerinde genel başkan olunca malum kesimler bundan son derece rahatsızlık duymaya başladı. En başta Gülen’e yakınlığıyla bilinen Zaman, AKP çizgisindeki Vakit, yine aynı safta yer alan Yeni Şafak gazeteleri olmak üzere gerçek dışı yazılarla Şener Paşa ve ekibine karşı adeta yıpratma kampanyaları düzenlediler…
Antalya’da yayınlanan ve Çetin Yetkin yönetiminde çıkan “Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk” dergisi, Aralık 2006 sayısında Şener Paşa’nın üniformalı resmini ve üzerinde “ADD’de ne yapmak istiyor” şeklinde bir yazıyla kapak yapıyordu.
Derginin kapağını çevirince kendilerini Atatürkçü olarak lanse eden; Prof. Dr. Çetin Yetkin, Prof. Dr. Anıl Çeçen, Hüsnü Merdanoğlu, Ertuğrul Kazancı ve diğer isimlere rastlıyordum.
Derginin dördüncü sayfasında Ülker’in finansörlüğünü yaptığı ve Şaban Gülbahar’ın başkanlığındaki Asam’ın yayın organında yer alan Anıl Çeçen’in “Müdafa-i Hukuk’tan Atatürkçü Düşünce’ye” başlıklı yazısını okurken gülmeye başlıyor ve bu gülmenin sonucunda dergiyi elimden düşürünce bu ekibin Müdafaa-i Hukuktan Atatürkçü Düşünceye nasıl geldiklerini görüyordum.
Atatürkçü (!) derginin arka kapağı Ülker ürünlerinin reklamı ile doluydu. Hani şu Maliye Bakanı Unakıtan’ın bir dönem umum müdürlüğünü yaptığı, Başbakan Tayyip’in distribütörlükte bulunduğu, bir çok AKP’linin ve Saadet Partilinin bünyesinde yer aldığı, Yasin El Kadı’nın, Cüneyt Zapsu’nun ortaklıklarında olduğu Ülker’in reklamları bu Atatürkçülerin(!) dergisinin arka kapağında yer alıyordu.
Maliye Bakanlığı Mali Suçları Araştırma Kurumu’nun raporuna göre, Yasin El Kadı’nın para trafiği izlendiğinde karşımıza en çok Ülker gurubu şirketleri çıkıyordu.
Ülker gurubunun reklamlarının yer aldığı derginin yazarlarından Anıl Çeçen’in, Erbakan’a yakın bir çizgide yayın yapan ve kapağında Erbakan’ın resmi bulunan “Milli Çözüm” dergisinin Mayıs 2005 sayısında yer alan şu sözlerini okuyorduk;
“Türkiye’nin ve insanlık aleminin kurtuluş reçetesi Erbakan’ın projeleridir”
”””Bu yazı http://ilk-kursun.com/2803 sitesinden alınmıştır”””””
**

23 Mayıs 2018 Çarşamba

"DEVLET TİYATROSUNDA EMPERYALİZME ALKIŞ" Araştırmacı, Kemalist Yazar: Hüsnü Merdanoğlu

DEVLET TİYATROSUNDA EMPERYALİZME ALKIŞ

Hüsnü Merdanoğlu

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı, Devlet Tiyatroları oyuncuları tarafından Ankara’da (Şinasi Sahnesinde) sahnelenen, “Avrupa Komedyası” adındaki oyunu izledikten sonra; işgalin ne demek olduğunu unutanlara, işgalin insan onuruna yaraşmadığını anımsatmayı gerekli gördüm.

“Avrupa Komedyası” oyununda, Avrupa Birliğine girmek çabası içinde olan bir koalisyon hükümeti eleştirilmektedir. Koalisyon hükümetindeki Başbakanın; yürümede zorlanması, ayakkabısını giymeyi unutacak kadar yaşlanmış olması vurgulanmakla, hangi koalisyon hükümetinin eleştirildiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak asıl üzerinde durulması gereken bu ve benzeri eleştiriler değil.

Söz konusu oyunda; partilerinde “ebedi başkan” olmak için heykellerini Avrupa Birliğine götürme uğraşı veren ve bu konuda diğer devletlerden yardım arayışına giren liderler, amaçlarına ulaşmak için ödün üzerine ödün vermekte iken oyunun sonuna doğru ülke, ABD askerleri tarafından işgal edilmektedir.

Senaryo gereği, işgal güçlerinin (emperyalistlerin) generali işgalden sonra yaptığı konuşma da; 1940’lı yıllardan itibaren bu ülkeyi kendilerinin yönettiğini, dış desteği kendilerinin verdiğini, terörist başını kendilerinin teslim ettiğini belirterek, ülkeyi işgalde geç kaldıklarından dolayı özür dilemektedir.

Bu aşamada oyunun sonuna gelindiği için izleyici alkışa hazırlamakta, işgal güçlerini alkışlamak zorunda bırakılmaktadır.

Elbette işgalin ne demek olduğun bilincinde olan, beyinleri henüz teslim alınmamış ulusalcı olma onurunu taşıyan izleyiciler, gerekli tepkiyi koymakta ve alkış yerine yüksek sesle eleştirilerini dile getirmektedirler. Ne var ki, senaryo gereği olsa da işgal güçlerini alkışlama durumunda kalanlarda olmaktadır.

Bu bağlamda; günümüz Irak halkını canından bezdiren, “işgal” koşullarını ve görüntülerini görmezden gelenler, tarihimizdeki işgal gerçeğini unutanlar yakın tarihimize bakmalıdırlar.
***
15 Mayıs 1919 günü; “Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar, erkekleri, silahlı; ka¬dın ve çocukları, ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla ken¬tin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç gösterilerinde bulunmuşlardır.… Anadolu'yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, o gün İzmir'de başlamıştır.” (1)

İzmir’in işgaline karşı gelinmesi, teslimiyetçiliği benimsemiş olan İstanbul Hükümeti tarafından İzmir’e gönderilen “Saray Kurulu” aracılığı ile engellendiğinden, Türk askerleri Sarıkışla’da bekletilmiştir.

İşgal ile birlikte Yunan güçleri ve onlara öncülük eden Yerli Rumlar, Sarıkışla’ya yönelmişlerdir. Gelişmeleri not eden bir Fransız yetkili gördüklerini günümüze taşımıştır:

"Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca 'zito Venizelos' diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. Kışlada, silâhaltına yeni alınmış yedek subaylar, 56. Süvari Alayı'nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir gereği burada toplanmış başka birçok subay vardı. … silahlarını teslim ettiler. … bu savun¬masız insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş yaylımı başladı. … Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere yıkıldı. … Yunan denizciler gülüşerek Türk subaylara ni¬şan alıyorlardı. Otuz'dan fazla subay vurularak, binecekleri geminin ö¬nünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri gemi¬nin ambarına, hayvanlarla beraber tıkıldılar.

… Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır.” (2)

Devlet Arşivinde, İzmir'de, işgalci güçlerin gerçekleştirdiği vahşet ile ilgili olarak şu bilgileri bulunmaktadır: İşgalle birlikte Yunanlılar, Türkleri sıkı bir takibe almışlar, esir alınan Müslümanların burun, kulak ve cinsel organları kesilerek işkence yapılmış, sonra öldürülmüşlerdir. … (3)

Bir Yunan teğmeni, Türk kolordu komutanı Ali Nadir Paşa'ya tokat atmaktan geri durmamıştır. Resmi dairelerdeki kasalar ve dolaplar kırılarak, cami ve mescitler dahil yağmalanmıştır. İşgal gününün bilânçosu; beşbin kadar İzmirli Türk'ün ölümü olmuştur. (4)

Fener Rum Patrikliğine bağlı, Osmanlı yurttaşı bir "din adamı!" görünümündeki İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin ya¬şandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle kutsamıştır:

"Bugün sizleri, muhte¬şem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir törendir ki, milletler u¬zun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme şansına sahip ola¬bilirler. Huşu ve saygıyla eğiliniz, ama başlarınızı dik tutunuz. Kardeş¬ler beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Ola¬ğanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanis¬tan'la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanı¬mız Yunanistan'ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm." (5)

İzmir ve yöresinin işgal günlerini yaşayan, Fransız birliklerinde görevli çavuş Richot’un görgü tanığı olarak günümüze aktardığı bilgiler, Yunan kıyımının ne denli acımasız olduğunu kanıtladığı gibi de anımsatması yönünden ilginç olsa gerek.(6)

O günlerde çavuş Richo, Menemen’den İzmir’de bulunan komutanına şunları yazmıştır: "Burada geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlıların olmadığı bir yere atamanızı rica ederim. … Gar meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya satıyorlar. Bunlar, İngiliz yetkililerin kendilerine rastladıkları her Türk'ü öldür¬melerini emrettiğini, … söylüyorlardı. " (7)

İzmir’de yapılan kıyımı, izleyen yıllarda TBMM’de Mustafa Kemal Paşa tarafından şu sözler ile dile getirmiştir:

“Yunan orduları, İzmir rıhtımını kana boyadı... En güzel bakımlı yerlerimizi yakıp yıkmaya başladı. Kadın ve çocuklarımız, namus ve iffetimiz ve pek çok ibadet yerimiz, anıt eserlerimizi de içine alarak, Türk adı altındaki her şeye saldırıldı. Her gün Ayasofya'ya haç asıp, gözdağı vermeleriyle hassas duygularımız incindi. Esirler konusunda bile uygun görülmeyen bir zorlama ile asırların onurlu yükünü omuzlarında taşıyan subaylarımız, düşman subaylarına saygı duruşunda bulunmak zorunda bırakıldı. Namus simgemiz olan sancağımıza hakarette bulunuldu.” (8)

Devlet arşivinde;
Yunanlılar tarafından Menemen’de Müslüman halkın kıyıma uğrattıkları, Menemen’de kadınlara tecavüz edildiği, Nazilli ve Aydın’da Müslümanlara karşı yapılan kıyımın dayanılmaz olduğu, Müslüman mahallelerinin tamamının yakıldığı, Nazilli’de öldürülen suçsuz halkın ikiyüz kırk kadar olduğu, Aziziye istasyonunda trenden indirilen yüz otuz kadar Türk’ün kadınlarına, kocalarının önünde tecavüz edildiği, Akhisar’da Halil Paşa ve beş arkadaşının vücutları ikiye ayrılıp, kulak ve burunlarının kesildiği, gözlerinin oyulduğu, Yunanlılar tarafından öldürülen on beş Türk kadının cesedinin Gediz Çayı yöresinde bulunduğu, Türklerin canlı canlı ağaca asılarak altlarında ateş yakıldığı, ezan okutmayıp halkın namaz kılmasının engellendiği, evlerden ve camilerden değerli eşyaların alındığı, Gemlik halkından yetmiş yaşında bir kadına, halk önünde onbeş Yunan askerinin tecavüz ettiği, Uşak ve yöresinde Müslüman mezarlarının kazılarak çıkarılan cesetlerin başlarını keserek Rum çocuklara verip başlar ile top oynatıldığı, yüksek miktarlarda taşınabilir, mal, malzeme ve kıymetli eşyanın Yunanistan’a götürüldüğü gibi birçok kıyım yapıldığı (9) belgelidir.

Dahası, “…Yakılan bağ ve bahçeler, korkunç biçimde parçalanmış cesetlerle doluydu. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra ağaçlara çarmıha gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına çakılmıştı. Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de yanmış insan cesetlerinin mide bulandı¬rıcı kokusu geliyordu …” (10)

İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlayan Türk Ulusal Bağımsızlık (Kurtuluş) Savaşı, bu vahşeti durdurmayı ve bağımsızlığı sağlamayı gerçekleştirmeye yönelik olmuştur. Kuvayı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) örgütlenmesi ile emperyalizm yenilmiş ülke işgalden kurtarılarak, tam bağımsızlığa dayalı, sömürülen uluslara örnek, Atatürk döneminde yeryüzünün en saygın devleti olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
**
İşgalin ne gibi vahşet getirdiğinin anımsatılması gerekirken, senaryo gereği de olsa halkımızı işgalcileri alkışlatma yönelik oyunların Devlet Tiyatrosu aracılığı ile oynanması elbette üzücüdür. Ancak beni asıl düşündüren ve ürperten gerçekle oyunu izledikten sonra karşılaştım.

Tiyatrodan ayrılmakta iken, benim gibi tiyatrodan çıkan ve yaşı yaklaşık 7-8 olan geleceğimizin güvencesi bir çocuğun, annesine şunları söylediğini duydum:

“Anneciğim iyi ki Amerikan askerleri var değil mi?”

Evet, hedef yerini bulmakta; “… ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilme”si(11) gereken genç beyinler, emperyalizm kuşatmasını doğal karşılamaktadır.

İnsanlarımızı emperyalizmi alkışlatmaya hazırlanmasını içime sindiremiyorum. Sindirenleri de kınıyorum.

DİPNOTLAR
(1)Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı, Umay Yayınları, İzmir, 2005.s.191.
(2) Aktaran, Berthe Georges Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, İstanbul, 1999, s. 56-60.
(3) www.devletarsivleri.gov.tr
(4) Aktaran Zekai Güner, Milli Mücadele Başlarken Türk Kamuoyu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.,162-163.
(5)Aktaran, Metin Aydoğan, agy, s.193.
(6)Cumhuriyet Eğitim Ordusunun bir öğretmeni olarak, Cumhuriyetin Ordusunda askerlik görevini yapmakta olan Mustafa Fehmi Kubilay, 23 Aralık 1930 günü Menemen’i ve tüm yurdu düşman işgalinden kurtaran ve Cumhuriyeti kuranlara karşı ayaklananlar tarafından Menemen’de şehit edilmiştir.
(7)Aktaran, Berthe Georges Gaulis, a.g.y., s. 63-64.
(8) Mustafa Kemal Atatürk’ün TBMM Konuşmaları (13 Ağustos 1923 günlü konuşmasından), www.tbmm.gov.tr/tarhice/atatürk/htm
(9)Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar’da ve Anadolu’da Yunan Mezalimi, T.C.Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşiv Dairesi Başkanlığı Yayını, Yanı No: 30, Cilt;II, Ankara, 1996.
(10)Fransız tarihçi Benoit Mechin’den aktaran, Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı” Umay Yayınları, İzmir, 2005, s.207.
(11) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, 1952, Türk İnkılap Tarihi Enstitü Yayınları.